Gazi Mustafa Kemal Atatürk Ve Şair Abdülhak Hamit

Yazan: Mitat Cemal Kuntay

Atatürk «Büyük» ten evvel «ince» idi. Bazen, O’nu, otuz kırk kişilik davetlilerinin hepsi ile ayrı ayrı müsavi gör­düm. İrtifâ’ından konuşacak sandığım büyük adamın, sof­rasında ilk bulunduğum gece şaştım: «Şahika» olmamak, «baş» olmamak, «ayrı adam» olmamak imkânını ne kadar kolay benimsiyordu. Atatürk cemiyet adamlığının bir «virtuose»u idi. Öfkesi tabiatin gazaplarına benzeyen Atatürk, kızdığı zaman karşısındaki ile kendisinin arasındaki bağlardan bir tanesini bile sağlam bırakmayarak hepsini kıran, koparan, muhatabı­nı yıkan Atatürk, bu öfkesini az istisnalarla, hemen daima lâyık olanlara karşı kullanıyordu. Bunun haricinde, karşısındakilerin bütün ilişleriy­le, sözleri ve sükûtlarıyla meşgul olacak kadar muaşeretinde sabırlı, dikkatli ve in­ceydi.

Atatürk Abdülhak Hâmid’e, Napolyon’un Goethe’ye dediği gibi «İşte adam!» diye­rek, insana adamlık tevcih etmek gururu ile ve şahsının irtifaından eğilerek iltifat et­medi: Atatürk Hâmit’le karşı karşıya durdu, ve sesleri bir­ birine karışarak konuştular. Hâmid’i Çankaya’ya davet et­tiği geceler, kendini Hâmid’e kâfi görmeyecek kadar ince oluyor, salonunu edebiyat kö­şesi haline sokmak için şairleri ve edipleri de çağırıyordu. Ve salonundaki havayı Hâmid’e lâyık yapmak kadar muazzam bir tevazula onu ağırlıyordu.

‘Gazi Mustafa Kemal, Şa­ir Abdülhak Hâmit’ ismiyle yazdığım eser için, muhterem Mahmut Esat Bozkurt’tan te­lefonla bu mevzudaki hâtıra­larını rica etmiştim. Bu ricamdan iki gün sonra Mahmut Esat Bozkurt’un ani ölümünü duydum. Bu ıstırap içinde, istediğim mektubu unuttum; ve aradan günler geçti. Bir gün, muhte­rem karısı Fehedâ Bozkurt gözyaşı dolu sesle, telefon et­ti:

– Mahmut Esat Bey’in size ait bir mektubu var, bitiremeden ö…

Atatürk, Şair Abdülhak Hamit TARHAN ve Türk Dil Kurumu Genel Sekreteri İbrahim Necmi DİLMEN ile, Dolmabahçe Sarayı, İstanbul, 24-31 Ağustos 1936

Son kelimenin devamını o mu söyleyemedi, ben mi dinleyemedim, bilmiyorum. Bitmeyen imzasız, tarihsiz mektubu, ertesi günü aldım. Atatürk’ün Hâmid’i davet ettiği zaman, gösterdiği itinanın sadık bir şahadetini taşı­yan bu imzasız, tarihsiz hazin mektubu, yukarıdaki sözlerimin tarihi bir vesikası olarak ve tamamiyetine dokunma­mak için şahsım hakkındaki satırları da çıkarmayarak ay­nen okuyucularıma veriyo­rum:

Çok muhterem Mithat Cemal Beyefendi. ‘Atatürk – Abdülhak Hâmit’ konuşmalarına dair hatıralarımı bildirmekliğimi arzu buyuruyorsunuz. Emrinizi yerine getirmeye koşuyorum. Bilmem, şu bir iki kırık dökük hatıra, o iki büyük alanın iki büyüğü hakkında bir şey söyleyebilecekler mi? Takdiri zatıâlinizedir.

Bir gün Atatürk beni çağırdı:

-Bu akşam yemekte bulun. Abdülhak Hâmit için bir ziyafet veriyorum, buyurdular.

Mükellef bir sofra kurulmuştu. Ev sahibi yerinde Atatürk, sağında Madam Lusiyen, solunda Bayan general Kâzım Sevüktekin oturuyordu. Atatürk’ün karşısında, o, her vakitki gibi zarif, kibar, asil tutumuyla Abdülhak Hâmit, sağında o zamanın Hariciye Vekili Tevfik Rüştü Aras, solunda ben vardım. Şairlerimizden, rahmetli Celâl Sâhir’i hatırlıyorum. Yakup Kadri, Falih Rıfkı, vesair nesir üstatlarımız da hazırdılar. Sofranın diğer başında da Reşit Galip, Kılıç Ali, Haşan Cavit, Salih Bozok Beyefendiler yer almışlardı. Hep, edebiyattan, Türklükten, politikadan, ve hep güzel şeylerden konuşuluyordu. Bir aralık Atatürk, Abdülhak Hâmit Beyefendiye çok güzel şeyler söyledi. Başta Atatürk olmak üzere hepimiz büyük şair için birer beyit söyle­ndik. Atatürk, hatırımda kaldığına göre, zâtı âlîlerinin bir beytini okudu, zaten bunu her vakit anardı.

Ölmez bu vatan, farz-ı muhâl ölse de hattâ,

Çekmez kürenin sırtı bu tâbût-ı cesîmi.

Abdülhak Hâmit başını takdirle salladı. Sonra, sözü, Celâl Sâhir’e verdi. Abdülhak Hâmit de güzel bir şakacık yaptı:

-Canım efendimiz, Celâl Sâhir de bir şair midir? dedi.

Celâl Sâhir gülümsedi. Ve biraz düşündükten sonra, ayağa kalktı, şu beyitleri söyledi:

Mâtemî bir güneş ufuklarıma, Gene nûr-ı siyahını saçdı;

Kalbimin sâk-ı ra’şedârında, Gene bir gonce-i siyâh açdı.

Yakup Kadri: 

-Şair de­ğilim, dedi ise de kabul edil­emedi. Romanlarından sevdiği bir parçayı okudu, alkışlandı. Edip ve şairler rollerini bitirince, sıra, benim gibi edip olmayanlara geldi. Neler çektiğimizi tarif edemem. Buram bu­ram terleyenler mi istersiniz? Sıra kendine geliyor, diye kızarıp bozaranlar mı? Neler! Bu da hayli gülmeye sebep oldu. Doktor Tevfik Rüştü gençliğinde yazdığı bir şiiri okumaya kalkıştı. Bu Ninni idi. Fakat nöbetini savdı. Sıra bana geliyordu. Geldi! Aklıma bir şey gelmez oldu. Ha gayret, filân, derken, Abdülhak Hâmid’in o güzelim parçalarını unutarak, Nedim’den okudum:

Bezm-i şerâbdan geçemem doğ­rusu Nedim,

İşret tabî’atımca, tarab meşrebimcedir.

Bu parçadan Abdülhak Hâmit hayli hoşlandı. Kılıç Ali, Haşan Cavit Beyler de söylediler, fakat hatırımda değil. Galiba Salih Bozok da birşey bilmiyorum gibi yaparak, bir türkü söyledi, alkışlandı, ve Lâ havası oynadı. Atatürk arzu buyurdular ki herkes, bildiği şeyleri büyük şâirin önüne sersin; ona çiçekten, musikiden, ve şiirden bir saygı demeti sunulsun.

İşte, titiz bir müsveddenin sık çizgileri içinde bitmeyen beyaza çekilmeyen mektup ve Atatürk’le Hâmid’in karşı karşıya bulundukları zamanların en sadık ifadesi.

Mitat Cemal Kuntay