Füreya’ya Göre ‘Atatürk, Yalnız, Tek Adam’

Birazdan okuyacağınız yazı, -Füreya’ya göre Atatürk, devrimleri halka anlatarak, gönüllü onaylatmış tek lider ‘Atatürk, yalnız, tek adam’- başlığı ile 11 Kasım 1995’de Şükran Soner imzasıyla Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanmıştır.

Füreya’nın da bulunduğu bir toplantıda Atatürk önce kendisi olmak üzere orada bulunan kadınlardan türkü söylemelerini istiyor. Çoğunluk bilemediklerini söyleyerek kabul etmiyor. Macar asıllı bir kadın, çok güzel türkü söylüyor. Atatürk, sitemle yanındaki kadınlara, “Türkü söyleyemeyen millet bağımsız olamaz” diyor.

Füreya, hastalığı nedeni ile gittiği Ley­sen Sanatoryumu’nda başladığı resim ça­lışmaları ile birlikte, o günlerde yaygın olan seramik yüzeyini boyama işine de gi­rişir. 1947 yılında kille tanışır. İlk kişisel seramik sergisini açtığı yıl ise 1951’dir. So­nuç olarak kendi deyişi ile “iş kadını” dünya çapında bir seramik sanatçısı olma­sı, kimliğini kanıtlaması, Atatürk’ün ölü­münden yıllar sonradır.

Füreya, Atatürk’ü bir sanatçı gözü ile çok yakışıklı buluyor. Çocukluğundan, başka toplumlardaki kadınların hayranlıklarından da bu konuda pek çok göz­ lemi var. Atatürk’ün yakın çevresindeki kadınlara çok özenli, o ölçüde de say­gılı olduğunun bir dizi anısını aktarıyor. Ancak yaşam boyu duygulu, yalnız bir adam olmasının da buruk izlerini gözlüyor.

Atatürk’ün yakın çevresinde yaşadığı yıllar. Kılıç Ali’nin eşi olarak sofralara ev sahipliği yaptığı dönemdeki kimliğini “sosyetik bir ev kadını” olarak tanımlı­yor. O tarihlerde de başta keman çalmak ol­mak üzere pek çok sanat alanında uzman olmasını, dışarıda eğitim görmüş olması­nı, yabancı dil ve kültür birikimini somut olarak üretimde kullanılmadığı için fazla önemsemiyor. En çok, Atatürk’ün yaşayıp bir iş kadı­nı olmasını görememesine hayıflanıyor. Atatürk’ün, kadınları yaşamın her alanın­da aktif üretimde görmek için nasıl çaba gösterdiğini anımsıyor. Yeniden, Atatürk’ün Latife Hanım ile evlendikleri ve Füreya’nın annesinin şereflerine evlerinde kokteyl verdiği güne dönüyoruz. 14-15 yaşlarındaki Füreya, annesinin isteği ile konuklara keman çalıyor. Atatürk, Füreya’ya göre “kafa şişiren” minik konserini büyük bir sabırla dinliyor. Sonra da Füreya’ya jest olarak defterine, eğitim görmüş aydın kadınlardan topluma dönük hizmet beklediğini ortaya koyan düşüncesini de yansıtan şu satırları yazıyor:

“Füreya Hanım, millete ifa edeceğin vazife mühimdir. Bunu bir an hatırın­dan çıkarma! Ona göre çalış, hazırlan.

Tarih 3.2.1339 (1923) Latife-Mustafa

Kemal.”

Latife Hanım’la Evlilik

Füreya, bu arada Atatürk’ün Latife Ha­nım’la olan evliliğini değerlendiriyor. La­tife Hanım’ın eğitim görmüş, aydın, çağ­daş kadına iyi bir örnek olduğu düşüncesi ile seçildiğini, ancak arada kişilik uyumu ve sevgi bağı olmadığı için bu evliliğin yü­rümediğini söylüyor. Latife Hanım’ı, yö­netmek isteyen, buyurgan bir kişilik olarak anımsıyor. Atatürk’ün kültürlü, çağdaş, toplum yaşamına katılacak bir kadın bek­lentisi olduğunu, ancak yönetilmeyi kabul etmesinin söz konusu olamayacağının al­tını çiziyor. Atatürk’ün özel yaşamında yalnız bir in­san olduğunu, bunun burukluğunu hep his­settiğini, yakın dostlarının aile bağlarına gösterdiği büyük özeni anımsıyor.

Füreya, Atatürk’le birlikte olduğu yıllarda kendi deyimi ile, “ sosyetik bir ev kadını”. Ölümünden sonraki yıllarda hastalanıp yurtdışına gittiğinde seramik sanatına bulaşıyor. Ünlü bir sanatçı, yine kendi deyimi ile “iş kadını” olduğu yıllara Atatürk’ün ömrünün yetmemesine üzülüyor.

Atatürk’ün duyarlılığını düşününce ak­lına, çok sevdiği dostu Nuri Conker’in ölümü geliyor. Atatürk, ölümü sırasında yokmuş. Hemen söyleyememişler. Sonun­da Salih Bozok, masada anlatmış. Anlatır­ken de ağlamaya başlamış. Atatürk de ağ­lamak üzere, ama ağlamamak için de ken­dini zorluyor… “Ne ağlıyorsun? Sen ken­di ölümünden korktuğun için, kendin için ağlıyorsun” diyerek bütün insanlar için geçerli olan bir gizli duyguyu sözcük­lere döküyor. Füreya, Atatürk’ün kendisine hep özen­li ve çok saygılı davrandığını anlatıyor. Ge­nellikle dışarıda yenilen yemeklerde, gece yarısı sonrası saat 2’ye doğru Atatürk, kulağına eğilir, “Yorulmuş olmalısınız, isterseniz siz istirahat buyurun” dermiş. O da “Haklısınız” yanıtı ile sofradan kal­kar, yaverle eve dönermiş. Kılıç Ali, Ata­türk’le sofrada kalırmış. Sonradan Kılıç Ali’den zaman zaman danslara, değişik eğ­lence yerlerine gidildiğini, çoğunlukla da erkek ağırlıklı tartışmaların sabaha kadar sürdüğünü dinlermiş. Füreya, kendisi ile “Sosyete kadını, Kı­lıç Ali’nin karısı” diye eğlendiği yılları, aslında çok anlamlı ve değerli buluyor. As­la kayıp olarak görmüyor. Atatürk’ün be­ğenisini aldığı sofraların düzenlenmesine katkıda bulunmayı çok önemli bir işlev olarak görüyor. “Atatürk’ün yakın çev­resinde olmak, bana büyük mutluluk ve­riyordu. Hayatımı dolduruyordu. O iki üç yıldan hiç pişman değilim. Sadece be­nim de evinde sorumluluklarını yerine getiren bir kadından daha ileride, top­luma dönük bir şeyler ürettiğimi gör­mesini isterdim” diyor.

Yatla Gezi

Yine daldan dala atlayarak küçük küçük, sıcak anılara dönüyoruz. Yaz ayları. Flor­ya Köşkü’ndeler. Atatürk, yatla geziye çı­kacakları, hazırlanması haberini ulaştırı­yor. Moda Koyu’nda yelken yarışlarını iz­liyorlar. Derken kıyıda verilecek yemeğe çağrı geliyor. Kıyafetleri uygun değil. An­cak Atatürk, kendisinin de aynı durumda olduğunu, habersiz çağrı aldıklarına göre bir sakıncası bulunmadığını söylüyor. Hep birlikte gece eğlencesine, yemekli kutla­maya katılıyorlar. Derken masadan katkı­lara sıra geliyor. Atatürk önce kendisinden başlayarak masadaki hanımlardan türkü söylemelerini istiyor. O ve 10 kadar ha­nım, arka arkaya, türkü bilmediklerini, söyleyemeyeceklerini belirtiyorlar. Sıra Türk asıllı olmayan, ancak bir Türkle evli çok güzel bir bayana geliyor. O, gerçekten çok güzel bir türkü söylüyor. Atatürk si­temle, başta kendisi türkü bilmeyen bayan­lara dönüyor. “Annesi Macar, bizim tür­külerimizi çok güzel söylüyor, siz söyle­yemiyorsunuz. Türkü söyleyemeyen bir millet, istiklalini alamaz” diyerek bir ders daha veriyor.

Füreya, bir sanatçı ve kadın gözü ile Ata­türk’ün çok fazla yakışıklı, çok güzel bir adam olduğu kanısında. İlk anısı çocuklu­ğundan. Atatürk, Samsun’a gitmeden ön­ce İstanbul’da birtakım görüşmeler yapı­yor. Babası Emin Koral, evlerinde bir Fransızla özel görüşme ayarlamış. Füreya henüz 9 yaşında; olayın öneminin, bir şey­lerin farkında bile değil. Babası, zil çaldı­ğında kapıyı açmasını söylemiş. Kapıyı açıyor. Karşısında pelerinli, sarışın bir adam. Gözlerine inanamıyor, o çocuk yaş­ta bile bakakalıyor.

Yine bu konuda annesinden bir anı. 1917’de Bulgaristan’da kaplıcadan dönü­yorlar. Atatürk de görevle orada ve anne­sini uğurlamaya geliyor. Trenin içindeki bütün Bulgar kadınlar kendilerini camlara atıyorlar. Annesine kendisini uğurlayan ya­kışıklı adamı soruyorlar.

Füreya’nın anılarında, yaşamını, en özel boyutları ile toplumla paylaşan bir insan var. Bütün devrimleri ve alınan kararları topluma gönüllü kabul ettirebilmek için uğraşan, özen gösteren ve kendisi örnek olmaya, örnekler oluşturmaya çırpınan bir lider. Yokluktan, yoksulluktan gelişmeye, çağ dışı bir yaşamdan çağdaş yaşama geçiş­te atılan adımlarda en önde, kitleleri sevgi ile, inandırarak peşinden sürükleyen bir özel lider. Dünyada devrimlerin kitlelere böylesine gönüllü benimsetilerek kabul et­tirildiği bir başka örnek, lider bulunmadı­ğını düşünüyor.

“Yapılması gerekenleri yapıyor, alınması gerekli kararları alı­yor. Bir yandan da yaptıklarını, niçin yaptığını bütün ayrıntıları ile halka an­latıyor. Halkın içinde, halkla beraber ol­maktan büyük bir zevk alıyor. Dünyada bu kadar geniş kapsamlı devrimler yap­mış, toplumun yaşamını baştan sona de­ğiştirmiş, ama halkın onayını, desteğini bu kadar güçlü biçimde arkasında tuta­bilmiş başka bir lider biliyor musu­nuz?” diyor.

Füreya, Atatürk ile İsmet Paşa’nın ara­sının açılmasının da sofralarla ilgili oldu­ğunu anlatıyor. Sofraların sonuç olarak, bir yerde devletin yönetiminde, en azından alı­nan kararların değerlendirmesinde çok önemli bir konuma geldiğini, her şeyin sof­ralarda görüşüldüğünü söylüyor. Gece ya­şamını sevmeyen, düzenli bir yaşamdan hoşlanan İsmet Paşa’nın, fazla katılmadığı sofralarda alınan kararların etkinliğin­den rahatsızlık duyduğunu belirtiyor. Gözlemlerini özetlerken şöyle diyor:

İsmet Paşa’yı Rahatsız Eden Konu

“Devlete ait bütün problemlerin sof­rada konuşulması, sonuç olarak etrafa, halka yayılması İsmet Paşa’yı rahatsız ederdi. Aslında Atatürk ile İsmet Paşa birbiri ile nerede ise tam zıt karakterler­de, ama ikisi de önemli ve saygın, çok de­ğerli kişiliklerdi. Doğrusu aranırsa Ata­türk, devrimler ve kararlarda çoğunluk­la tek başına bir insandı. İsmet Paşa bi­le onun çok cesur, ileri kararlarının birçoğunda başlangıçta ürkmüş, karşı dur­muştur. Benim dönemimden anımsadı­ğım, Hatay’a girilmesine kendi başına karar vermiştir. Karşı çıkıldığında, ‘Ge­rekirse tek başına sivil olarak giderim’ demek zorunda kalmıştır. Öyle de yaptı. Ondan sonra da çok fazla yaşamadı.”

Füreya, tutkulu bir Atatürkçü olarak gü­nümüzde özellikle laiklik karşıtı gelişme­lere büyük tepki duyuyor. Atatürk sofrala­rında yeterince laiklik yorumlanması yapı­lamadığını, bunun bir önemli eksiklik ola­rak kaldığını düşünüyor. “O zamanlar kimsenin aklına şeriatın sonradan böy­lesine yeniden büyük bir tehlike oluştu­racağı gelmemişti. Önce Türkçe ezan­dan dönüldü, sonra büyük ödünler ar­ka arkaya geldi. Bu kadar çok imam hatip okulu açılır mı? İmam yetiştirme ile ne ilgisi kaldı? Böyle böyle bugünle­re vardık” sözleri ile karamsar bir havaya girince, yine Dolmabahçe’yi, Atatürk’ün son günlerini anımsıyor…

İçki Yasaklanınca…

Doktoru Prof. Neşet Ömer, içkiyi kes­mesinde direniyor. Dr. Nihat Reşat, azalt­masının yeterli olacağını söyleyince, bun­dan çok hoşlanıyor; çevresine, Alman po­litikacının “Ben doktorumu değiştiririm, adetlerimi değiştirmem” sözlerini akta­rıyor. Sirozun ilerleyip ağırlaştığı günlerde gelen Fransız doktorun kesin içki yasağı koy­masıyla işin ciddiyetini anlayınca da, “Ben askerim, emir vermesini de almasını da bilirim; komutan sizsiniz” yanıtını veri­yor. Ama geç kalınmıştır. Tam da Füreya’nın Atatürk’ün yakın çevresindeki ya­şam biçimine uyum sağladığı, benimsedi­ği, kendi deyişi ile “güneşinin parlama­ya başladığı” bir zamanda, kaçınılmaz, kötü son gelir. Son gecesi Kılıç Ali Dolmabahçe’de, kendisi evde yalnız beklemektedir. Sabah ölümünden bir iki dakika sonra “Öldü” haberini telefonla alır. Kişisel acısı bir ya­na, bir gün sonra Dolmabahçe’ye görme­ye gittiğinde, çevresi her zaman kalabalık o insanın yalnızlığından etkilenir… “Bütün ileri gelenler, siyasi nedenler­le, yeni yönetimi belirlemek üzere Anka­ra’ya gitmişlerdi. Dolmabahçe’de Ata­türk’ün yanında Kılıç Ali, Salih Bozok, Haşan Rıza, bir de kâtibi kalmışlardı. Tek başına bırakmışlardı. Ondan sonra haber ulaştırılmış, komutanlar gelmiş, tabutunun başında nöbet tutulmaya başlanmıştı…“