Fikriye’nin Atatürk İçin Yazdığı Şiir
Saygın Okurlarım!
Ümmid-i Aşkım Fikriye’nin Ön Söz’ünüde sizler paylaşmak istedim.
Sizlere Saygı!
Sizlere Sevgi!
E.Ülger
ÖN SÖZ
Fikriye Hanım, Gazi Mustafa Kemâl Paşa için bazen bir gerçek bazen bir masaldır. Gazi, Fikriye’ye ihtiyaç duyduğu zaman, o süzgün bakışlı kadın hep yanındadır, emrindedir, kahvesidir, fincanıdır ve gerçektir. Ama zamansız bir anda göçüp gittikten sonra Mustafa Kemâl için bir masaldır.
Genellikle masallar hep mutlu sonuçlanır. Masallarda, masalın kahramanı her ne hal olursa olsun elindeki kılıçla, karşısına çıkan ve sevgilisi için etkisiz hale getirmek zorunda olduğu deve karşı hep galip gelir. Masalların kahramanları hep haklıdırlar, hep güçlüdürler, hiç yenilmezler. Zaten adına masal denmesinin nedeni de bunlar değil midir?
Krallar, Hakanlar, kızlarıyla evlenmek isteyen masal kahramanından hep başarılması mümkün olmayan isteklerde bulunurlar. Masal bu ya, kahraman verilen her görevi yerine getirir, istenilen her şeyi başarır sonuç hem okuyanı hem dinleyeni mutlu eder.
Ama bu sadece masallar da böyledir.
Koskoca köhnemiş bir İmparatorluğu tarihe gömen, yenilmez ve ezilmez sanılan düşman ordularını mucizeler yaratarak yenen, ezen ve Akdeniz’e döken Mustafa Kemâl adındaki genç bir adam.
İleride halkı tarafından Atatürk soyadı armağan edilecek olan bu kahraman, mutluluğu ve huzuru en çok hak ettiği bir zamanda, hayatına giren iki değişik karakterdeki kadının sayesinde zaten kısacık olan ömrünün en kıymetli üç senesi heder olup gider.
30 Ağustos 1922 gününün sabahı savaşın bittiğini sanan Gazi, 10 Eylül günü muzaffer ordusu ile İzmir’e girmişti. Ama burada bir başka anlamdaki meydan savaşına girecekti. Hem de hiç beklemediği ve ummadığı ve hazırlıklı olmadığı bir savaşa….
Evet, yeni bir savaşa hazırlıklı değildi.
Düşman Akdeniz’e dökülmemiş miydi?
O’nu başındaki defne yapraklarıyla süslenmiş tacıyla İzmirliler bir kurtarıcı olarak bağırlarına basmışlar mıydı?
Düşman gemileri bir emriyle zincirlerini alel acele alıp İzmir Limanı’ndan ayrılmamışlar mıydı?
Ulus’unun bağımsızlık meselesinin çözümü an melesi değil miydi?
Bu neyin savaşıydı?
Tank, top, tüfek neredeydi?
Görünür de düşmanda yoktu.
Bu bir ölüm kalım savaşından çok başka üç kişi arasında geçecek bir amansız, vicdanları acıtan, can yakan ve sonucunda kanla noktalanan bir mücadeleydi.
Şayet verilen sözler tutulup, yaşlı bir Hanım’ın evlâdına bıraktığı bir cümlelik miras çarpıtılıp da, mirasın sahibine yanlış aktarılmasaydı, böyle bir savaş yaşanmayacaktı. Genç adam, ülkesine, olduğundan daha fazla faydalı olacak.
İzmirli Hanım, kendine uygun bir Eş’le belki mutlu bir yaşam sürecek.
Fikriye isimli genç ve süzgün bakışlı Hanım’da hayata kendi eli ile veda etmeyecekti.
Ama tarih “Şayetler” le yazılmıyor.
Yaklaşık üç yıl süren bu savaş sırasında, savaşın alanı sık sık değişmiştir. Bazen İzmir, bazen Beyaz Köşk, bazen de Ankara sırtlarında ki Çankaya Köşk’ü…
Hiç umut edilmediği bir anda da, savaş alanı genişliyor Anadolu’da bir misafir odası veya yurt dışında bir hastane odası da olabiliyordu.
Karşılıklı olarak kullanılan silahlar, gerçek silahlardan çok farklıydı. Gerektiğinde hedefine varan ucu zehirli bir ok. Olmadı savaş alanını inleten bir feryat, daha da olmadı kırıcı ve özrü olmayan, bir biri ardına söylenen kelimeler.
Gerçekte Mustafa Kemal, bu savaşın başlamasını hiç istememişti. Hele hele bu savaşa iki kadının tüm silahlarıyla girmesine mani olmak için elinden gelen her şeyi yapmıştı. Ama karşısındakiler düşman değilde “Kader” olunca, suyun akışını o yönlendirecekti.
Mustafa Kemal hasta yatağında yatarken şu şiirin kendisi için yazıldığını bilseydi, kaderinde önüne geçebilirdi. Kim bilir?
Benim Gözümün Nuru!
Gönlümün Efendisi!
Gecemin Işığı Efendim!
Ciğer parem kanıyor, sanma ki dil yâresinden,
Aylardır öksüzüm, Fikriye derken can veren sesinden,
Döktüm payına ne kaldıysa geriye, bi-çare Fikriye’den,
Gel kurtar demeye kalmadı mecal, çektiğim bu çileden.
Çok mu gördün kuluna, bir namey-i nesretmey-i,
İsterdi kırık gönül, bir fırçayla seni resmetmey-i,
Tek dileğimdir hayata veda ederken, seni bir nebze görmeyi,
Nasip eder mi Tanrı bilinmez, aguşunda ölmeyi.
Eylemem feryat, şekvacı ise hiç değilim,
Gidince esbab-ı hakikiye bilesin ki gene seninim,
Cennet de olsa yerim, her gece duanı beklerim,
Şems-abad olsada yattığım yer, payına yüz sürmeyi rüchan eylerim.
Gel bir katre ümmid ver, gitmeden harabe-zare,
Görenler sanır ki hastayım, değil, kulun divane,
Çeşm-i mahmurum bitti, kan kusuyor biğane.
Sevdi gönül neylesin, açık gidecek çeşm-i yar ne çare.
Fikriye
28 Ağustos 1922/Çankaya