Ferit Celal Güven
“Atatürk korkunun büyüğü olmadı. Sevginin, gerçeğin, insanlığın büyüğü oldu.”
“O, insanlığın geri kalmış, özgürlüğünü yitirmiş bütün yığınların bir meşalesidir. O’nun yarattığı dava, davasını üzerine kurduğu yol, her karanlığa düşen için tek çıkar yoldur.”
Bu sözler, Kurtuluş Savaşı’nda Adana Cephesi’ne “Yeni Adana” gazetesiyle ve grup komutanı olarak katılan Ferit Celal Güven’indir.
Güven, zaferden sonra 1923 yılında O’nu, Adana’ya ilk gelişlerinde Türkocağı Genel Sekreteri olarak karşılar ve gençlik adına bütün içtenliğiyle seslenir:
“Yurdu düşmanlardan temizledin ama, işin bitmedi. Asıl bundan sonra başlıyor çetinin çetini savaşın! İç düşmanlardan temizlenmiş hakkı hukukuyla, eğitimi-öğretimiyle, örnek bir yurt istiyoruz senden” der.
Mustafa Kemal Paşa, bu konuşmadan duyduğu kıvancı belirttikten sonra verdiği yanıtı şöyle tamamlar:
“… Vatan ve millet sizin gibi gençlere sahip bulundukça, şimdiye kadar başarıyla ulaştığı zaferlerin üstüne daha çok görkemli zaferler koyabileceğine kuşku duymuyorum.”
Güven, Adana’yı Mustafa Kemal Paşa tutkusu saran o günlerde, halkın coşkulu gösterileri arasında geçen bir anısını şöyle anlatır:
“Ayağının tozuna yüz sürmeyi adak edenleri zorla topraktan ayırabiliyorlardı. O genç, alçak gönüllü kurtarıcı, bu coşkulu, kendinden geçmiş halkı selamlaya, selamlaya Hükümet Konağı’na geldiler. Merdivenlerin yarısına geldikleri zaman, bir kucak sarı çiçekle bir köylü kadının nefes nefese, sıçramasına merdivenleri çıktığını gördük.
Gazi Mustafa Kemal Paşa, durdular, köylü kadın yanına kadar çıktı. Tanımlanamayacak bir hayranlıkla O’nun gözlerine tutuldu ve bir süre bu dalgınlık içinde yerinden kımıldanamadı, sonra bir ana sesindeki sevgi ve özlemle:
– Ah benim çakır oğlum! Yolunu bir deli gibi gözledim. Sana bu çiçekleri tarlamdan yoldum. Eğ başını! O sarı altın saçlarını öpeyim… Bu benim adağım, umudumu çok görme…
Genç Komutan’ın yüzüne bir gönül rahatlığı ve neşe yayıldı, başını O’na doğru eğdi. Köylü kadın bu sarı başı bağrındaki sarı çiçeklerin üzerine bastırdı. Kokladı, öptü. Sonra da sarı fulyeleri ayağının altına sererek:
– Adağım yerini buldu koca yiğit, tuttuğun altın, kılıcın keskin olsun, her muradın yerine gelsin, dedi.
Bu köylü kadın, bizim cephe arkadaşımız (Sultan Ana) idi.”
“Atatürk, çoğu defa muhafız alayındaki erlerin güreşlerini izlerler, onların en küçük yanlışlarını bulup düzeltirlermiş. Konunun açıldığı ve Ferit Celal Güven’in de bulunduğu Çankaya’da bir sofrabaşı söyleşisinde Atatürk, bununla ilgili olarak şunları anlatır:
– Dün, yirmi erin güreşlerini izledim. Birbirleriyle kıyasıya döğüştüler. Her çarpışmanın sonunda biri üstün çıkar ya! Çok ve gerçekten çarpıştılar. O kadar ki gömlekleri parçalandı. Bu ölçüde çetin döğüşmeye ben neden olmuştum. Gömleklerini ödemem gerekirdi. Kendi gömleklerimi bunlara dağıttım. Giymelerini söyledim. Hiç birisi giymedi. Hayretle nedenini sordum:
– Köylerimize, çocuklarımıza ve evlerimize bundan daha büyük armağan ne görütebiliriz, dediler.
Atatürk, zile bastı emir verdi:
– Benim elbise dolabımda üzeri etiketli bir er gömleği var. Onu alıp bana getiriniz!
Salonda ufak bir kımıldanış bile yoktu.
Gömleği getirdiler…
– Bu gömleği görüyor musunuz arkadaşlar! Dün arkadaşlarının hepsiyle başa çıkan erin gömleği… Yamalı bir gömlek, fakat; tertemiz… Türk köylüsü gibi… Onun geniş ruhu gibi sade. Kendi dolabımda, kendi eşyalarımın yanında, benim için sevimli, gözümü doyuran içimi açan bir hatıra.
Sonsuz mavi gözlerinin içi hafif bir yaş parlaklığı ile sıvandı:
– Dünyada sevgisi benim için yegane cömert olan şey, Mehmed’in, Türk köylüsünün soyluluğundan gelen şeylerdir. Onun sevgisine inanmış ve kanmış olanlar, insanların en mutlusudurlar!, dediler.
Tanımı, bence olanak dışı olan bu insancıl sahnelerden, içinin taşkınlığı sesindeki ürpermelerden anlaşılan bir arkadaş:
– Atam, dedi. Sizin bu içli, soylu duygularınızda inkılabın büyük edebiyatı çağlayan haliyle seslenmekte, ne çare ki; en becerikli olanlarımız, en cömert yeteneklilerimiz bile bu büyüklükleri işleyebilmek, iletebilmekten çok uzaktırlar. Sana bizler yeterli değiliz!..”
Yine aynı toplantıda spor konusuna da değinen Atatürk:
– Türk ulusu anadan doğma sportmendir. Henüz yürümeye başlayan köy çocuklarını bile harman yerlerinde güreşirken görürsünüz. Ata en çok ve en iyi binen yalnız Türk erkekleri değil; Türk kadını da bu işi bilir. Hangi ulusun daha sportmen olduğu ancak savaş meydanlarında anlaşılır. Türk’ün savaş meydanlarındaki şaşılacak direnme gücü ve kahramanlığı; ruhu kadar yapısının da bir kanıtıdır. Yalnız, savaş sportmen ulusların üstünlüğünü belirtmek için kullanılması uygun görülmeyen korkunç bir araç olduğundan ancak gördüğümüz, bildiğimiz yöntemler uygulanmaktadır.
Benim en çok sevdiğim spor serbest güreştir. Hangi Türk erini, köylüsünü isterseniz soyup meydana çıkarınız. Dik omuzları, iyi, kusursuz oluşmuş adaleleri, keskin yüz çizgileri, yanık tatlı renkleri, kafa yapıları, insanın ruhuna güven, neşe veren bir yapıt olarak canlanır. Spor yalnız beden gücünün bir üstünlüğü sayılamaz. Kavrayış ve zeka, ahlak da buna yardım eder. Zeka ve kavrayışı kısa olan kuvvetliler, zeka ve kavrayışı yerinde olan daha az kuvvetlilerle başa çıkamazlar. Ben sporcunun zeki, çevik ve aynı zamanda iyi ahlaklısını severim.” demiştir.
Yine O’nunla ilgili olarak bir başka anısını Güven şöyle anlatır.
“1.Dünya Savaşı’nın son yılı. Mustafa Kemal Paşa, savaş alanlarında sürekli dövüşmelerden, çatışmalardan yorgun, biraz da hasta düşmüştü. Dinlenmek, tedavi görmek için Karlsbad’a gider. O, tedavisi için şunları anlatırdı:
– Çamur banyolarından, tatsız maden suları içmekten, sıkı pehrizden artık sıkılmış, daha da zayıf, dermansız düşmüştüm. Bu böyle olmayacak dedim. Beraberimde götürdüğüm emirerim Kolonyacı Şevki’ye; getirdiğimiz sandığı aç, bana bir şişe rakı çıkar dedim. Beni tedavi eden doktora da bir hafta sonra uğradım. Beni görünce:
– Oooo… Tedavi iyi gidiyor. Ne güzel toplanmış renginiz de yerine gelmiş.
– … Evet ama, bu sizin değil benim tedavim.
– Ne gibi?
– Ne gibi olacak? Perhizi bozdum, birazda içiyorum.
– Generalim, çaresini bulmuşsunuz. Artık benimle bir ilginiz kalmamalı, diyerek kızdı.
O akşam bunları anlatırken çok neşeliydi.
– Benim Karlsbad’da tutulmuş anılarım olacak. Bu akşam onları okuyalım dedi ve yaverini çağırttı, anılarını getirtti. Bunlar, siyah kaplı üç ince defterdi.
İsmail Müştak Mayakon okuyordu. Notların bazı bölümleri Fransızca tutulmuştu.
O günlerde devrin ileri gelenlerinden baylı bayanlı bir topluluk da Karlsbad’da imişler. Bunların içinde Hüseyin Cahit Yalçın, Büyük Cemal Paşa’nın eşi de varmış. Bir gece toplantısında Mustafa Kemal Paşa ortaya Türk kadının hürriyeti konusunu atmış. Atatürk, o geceyi hatıra defterine şöyle yazmıştı:
“Geç vakit otele döndüm. Bu akşamki konuşmalarımızı buraya geçiriyorum. Efendim! Önce kadınlarımızı okutmak, sağlam bir kültür, sağlam bir anlayış sahibi yaptıktan sonra özgürlüklerini vermeliymişiz. Yok önce peçeyi kaldırmalı, sonra çarşafı, yok çarşafın eteğini biraz kısaltmalı imişiz. Oysa bu toplulukta bulunan kadınlarımız Avrupalı kılığında idiler. Ben insan değil miyim? Özgür yaşamak, uygar insanlar gibi yaşamak hakkım değil mi? Bir sürü geri kafalıların isteğini bekleyecek miyim? Hayır! Ben iktidara geldiğim gün bu işi bir coup (kendi deyimleriyle vuruş)da çözeceğim?”
Görülüyor ki Atatürk, bütün ömrü boyunca neler yapmış neleri başarmışsa, bunları önceden tasarlamış, değişmez biçimine koyarak sarsılmaz temelleri üzerine oturtmuştur. O’nun hayatında yarım, rastgele başlanılmış bir iş yoktur.
Bundan ötürüdür ki devrimlerimizin karakteri ödünlere, duraksamalara pay vermez! Ferit Celal Güven bir Cumhuriyet Bayramı balosunda yine O’nunla beraberdir:
“1936 yılındaki Cumhuriyet Bayramı balosunda etrafındaki konuklarıyla söyleşileri sırasında onları her zaman olduğu gibi düşünceleriyle aydınlatıyordu.
Dünya barışının açıklamasına geçmişlerdi. Artık bir daha duyamayacağımız o güzel sesi dalga dalga yükseldi:
– Biz kimsenin düşmanı değiliz! Yalnız insanlığın düşmanı olanların düşmanıyız.”
Ankara Halkevi Başkanı olarak yıllarını bu kültür kuruluşunun çalışmalarına veren ve milletvekilliği de yapmış bulunan Ferit Celal Güven’i 24.11.1975 günü kaybetmiştik.