Falih Rıfkı’nın Muazzam Anlatışı İle İzmir’e Giren Muzaffer Gazi Paşa
ORDUNUN İzmir’e girdiği haberini alınca, Yakup Kadri ile beraber bir İtalyan yolcu vapuruna atladık ve yola çıktık. Başkumandan Gazi ve Müşir Mustafa Kemal Paşa’yı görmeye gidiyorduk. Limana girdiğimiz vakit, şehre çıkmak isteyen yolcuların kâğıtlarına bakmak üzere, birkaç subay, vapura geldiler. Yakup’la beni hemen bıraktılar. Rıhtım üstünde sırtlarını yapı duvarlarına dayayıp sefer yorgunluğunu gideren boz esvaplı askerlerden başka kimse yoktu. Doğru Kramer Palas oteline gittik. İki oda tuttuk ve eşyalarımızı bırakarak başkumandanlık karargâhını araştırmaya koyulduk. Kordon üstünde bir evi salık verdiler, gittik. Alt katın açık penceresinden, masası başında oturan Mustafa Kemal’in keskin profilini görüyorduk. Bir İngiliz subayı karşısında ve ayakta idi. Onunla konuşması bitince bizi hemen yanına çağırdı:
“-İstanbul’da ne var, ne yok?“ diye sordu. Yakup’un “İkdam“da, benim “Akşam“da yazdıklarımızı öteden beri takip ettiğini öğrenmiştik. Biz de onun yabancısı olmamakla beraber, heyecanımızı güç tutuyorduk.
İzmir kıyılarında Mustafa Kemal… Bu, rüya gibi bir şeydi. Yanık yüzlü, tığ gibi endamlı, ürkütücü ve engin bakışlı, acaba hangi masaldaki kahraman bize o sabah görünen Mustafa Kemal kadar güzel olmuştur?
Sonra bizi başka bir odada, büyükçe bir masanın başındaki Garp Cephesi Kumandanı İsmet Paşa’ya gönderdi:
“-İstanbul’dan haber var“ dedi, İsmet Paşa ile tanışıklığımız daha eski idi.
Bu, korkunç yangının başladığı gündür. Eşyalarımızı almak için bile bir daha Kramer Palas’a dönemedik. Ateş büyüdükçe ve sardıkça, rıhtım boyu halk kalabalığından kararmaya başladı. Mustafa Kemal’in bu evi bırakarak ya Karşıyaka, yahut Göztepe taraflarına gitmesi lâzımdı. Fakat yanına kim girse reddediyordu. Başyaver Salih bize:
“-Misafirsiniz, belki sizi paylamaz, bir de siz teklif etseniz…“ demişti. Doğrusu bu akıl verme vazifesini üstümüze almak istemedik.
Akşam saatleri geldi. Kordon arkası ateş, Kordon boyu çığlık içinde idi. Kayıklarla limandaki yabancı zırhlılara koşuşan halkı, merdiven başlarındaki süngülü nöbetçiler geri kovuyorlardı. Mustafa Kemal ve arkadaşlarını bu sımsıkı, kaçak ve şüpheli insanlarla dolu kalabalığın içinden sıyırıp çıkarmak bir mesele idi.
Nihayet Mustafa Kemal karar verdi. Yol açmak için bir büyük kamyonla birkaç otomobili güçlükle kapı önüne yanaştırdılar. Mustafa Kemal, İzmir’e girdiği için kendisine evini teklif eden Lâtife Hanım’ın Göztepe’deki köşküne gidecekti. Biz de Karşıyaka’da bir eve misafir olacaktık.
Mustafa Kemal, asker dolu kamyonun arkasında açık otomobilinde, bağrışan, haykırışan, ağlaşan halk arasından: ”İşte, işte o… İşte Mustafa Kemal…” seslerini duyarak geçti, gitti.
Bir hamle etseler, daracık Rıhtımboyu üstünde Mustafa Kemal’i nefessizlikten boğabileceklerini ürkerek düşünüyorduk. Bu dehşet hissi altındaki kalabalığın yılgınlığı nedir, onu hiçbir zaman İzmir’in o akşamında olduğu kadar anlamak fırsatını bulamadım.
KARARGÂHLAR Bornova köyünde idi. Biz de bir İngiliz evine yerleşmiştik. Akşamları Mustafa Kemal beni ve Yakup’u alır, Göztepe’deki köşküne götürürdü. En bahtiyar saatlerimizi orada geçirirdik. Osmanlıca’da tahkiye denen bir söz vardır, bu iyi tatlı ve sürükleyici anlatışta Mustafa Kemal’e yaklaşabilen belki hiç kimse görmedim. Konuştuğu gibi yazsaydı, büyük bir sanatkar şöhreti de bırakacağına şüphe yoktu. Naima’nın bir inşa, bir de tahkiye tarafı vardır. Mustafa Kemal’in yazısı bu inşaya, konuşması bu tahkiyeye benzerdi. Eşsiz bir hafızası vardı. Hikâyeleri, renkler ve nüanslarla canlanır, dururdu. Akşamları kumandan ceketini çıkarır, bildiğimiz kemerli beyaz Rus gömleğini giydiği olurdu. Bu gömlek yakışabilmek için, vücudu ve beli ne kadar ince olmalı idi.
O günler, Mustafa Kemal’in, bir destan şairinin hayalinde tamamlanabilecek ne eksiği olduğunu düşünüyorum. Geceleri “sevmek mi, acımak mı“ diye ….(Bu kısım gazetede maalesef okunaklı değildir, editör) söyler, dinler, sorar, güler veya coşardı. Alayı kuvvetli, hicvi yıkıcı idi.
Gündüzleri en ciddi işleri, ayaküstü, şaka eder gibi bir yapışı vardı. Bunlardan biri İngiliz harp gemilerinin limandan çıkması için ordu kumandanına verdirdiği ültimatomdur. Lâtife Hanım’a Fransızcasını yazdırıp, dil meselesi üstünde konuştuğu vakit bir tercüme eğlencesi yaptığı zannedilebilirdi. Bazıları telâş etmişler: “Buraya kadar her şey iyi gitti, şimdi İngiltere ile harbe tutuşacağız, aldıklarımızı da geri vereceğiz.“ demişlerdi.
Bizim bile, hele bir mütareke yapalım, İngiliz gemilerinin birkaç zaman daha İzmir limanında kalmasından ne çıkar, diyeceğimiz geldi. Fakat mühlet saati geldiğinde donanmanın ufuklara doğru kaybolduğunu gördük. İstanbul’daki Fransız generali Pelle’nin Göztepe köşkü merdivenlerini nasıl sarararak çıktığını hatırlıyorum.
Konuşmadan sonra Mustafa Kemal diyordu, ki:
–“Bana Boğazlar üstüne yürüyen kıtaları durdurmamı teklif etti. Ben de muzaffer orduları hiçbir yerde durdurmak mümkün olmadığını, hemen mütareke yapmaya karar vermelerini söyledim.“
Bir müddet durdu, güldü.
-“Muzaffer ordular…“ dedi, “bunlar o kadar dağıldılar ki toplamaya kalkışsam kim bilir kaç hafta sürer!“
BATI Anadolu’nun yanan yerlerini dolaşarak Bursa üstünden İstanbul’a geldik. Hayli sonra gazetecilerle beraber İzmit’e giderek tekrar kendisiyle buluştuk.
Bu meşhur İzmit gecesidir. Mustafa Kemal Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti yerine siyasi bir parti kuracaktı. Partinin adı ne olmalı idi? Gazeteciler türlü fikirler ortaya attılar. Hepsinden çıkan netice şu idi ki yeni siyasi parti bir sınıfa dayanmalı idi.
Mustafa Kemal: “Partinin adı Halktır“, dedi, “bizde ayırmaya kalktığınız bu sınıfları tek bir halk kelimesi içinde toplamak daha doğru değil midir?“
İnkılâpçı Mustafa Kemal, yeni ve uzun savaşına başlamak üzere idi. Kimimiz sevinmek, kimimiz kaygılanmak ve şüpheye düşmekle, onun karşısında manevî ayrılığa başlıyorduk. Nurettin Paşa’nın İzmir Müftüsü Rahmetullahu Efendi’ye yazdığı mektuptan çıkan hâdiseyi incelediği vakit, Mustafa Kemal’in nereye doğru yöneldiği belli idi. Bize göre artık büsbütün kurtulacaktık: başkalarına göre yeniden çile dolduracaktık.
Zaferi unutmuş gibi idi. Birçoklarının son zannettiği şey, onun için başlangıçtı. Mustafa Kemal de İstanbul’a dönerek Halife-i Ruy-u zemin ve Padişah-ı Osmaniyar, Abdülmecit Han Hazretlerinin istanbolinli sadrazamı olmak niyeti yoktu. Osmanlı tarihinin bitmiş olduğuna inanmak lâzımdı.
Trende İstanbul’a dönerken kompartımanlara ayrılmıştık. Hızlı konuşanlarımız, fısıldaşanlarımız, büsbütün susanlarımız ve derin kaygılar içine gömülenlerimiz vardı.
Mustafa Kemal yeni seçimleri ve yeni partiyi hazırlıyordu. Pek az kimseler yeni bir devlet kurulduğunun farkında idiler…