Falih Rıfkı Atay

“Türk olmak Atatürk’ün başlıca şeref duygusu idi. Ne mutlu Türk’üm diyene sözü yüreğinin ta kökünden kopmuştur.” 

“Türk kafasını ve vicdanını Orta çağ karanlığından yeni zamanlar aydınlığına ulaştırmak için çırpınan bir kahramanın yoldaşları idik.” 

“Bir inanmışın nasıl mucizeler yaratıcısıdır, onu biz en çok tozunda boğulduğumuz, çamuruna saplandığımız, kaldırımsız, ışıksız, yuvasız, bahçesiz bomboş Ankara’nın o günlerinde ve gecelerinde görmüşüzdür.” 

Diyen Falih Rıfkı Atay, O’nun sonsuzluğa göçüşünde de acısını şöyle dile getiriyordu: 

“Bırakınız, son kanlı damlasına kadar, göz yaşlarınızı O’nun yasında tüketiniz. Atatürk’ün ölümünü görmüş olanlar bir daha kime ağlayacaksınız?”

Atay, Mustafa Kemal’i, Edirne Valisi Hacı Adil Bey’le birlikte, genç bir gazeteci olarak 1913 yılının Ağustos ayında gittikleri Dimetoka’da; başı külahlı, göğsü tüfekli fedai komiteciler kılığında bir subay olmadığını görmüş ve ilgisini çekmişti.

Ulusal kurtuluş hareketinin başlangıcından itibaren bu harekete karşı çıkanlarla “Akşam” gazetesinde mücadeleye başlamış, Harp Divanı’na verilmiş ve İnönü zaferinin kazanılmasıyla yakasını kurtarabilmiştir.

Daha sonraları, bütün yaşamı hep Atatürk’ün yanında geçmiş ve O’nun davasına ölesiye bağlı kalmıştır. Ve bize bir kaç tümce içinde Atatürkçülüğün kısa bir tanımını da yapmıştır:

“Atatürkçülük demek; akıl ve vicdan hürriyetleri yolu ile Türk milletini Batı medeniyet toplumları arasına katmak demektir.

Kim bu temel tutumdan ayrılırsa Atatürkçü değildir.

O kadar mı? 

Hayırlı bir Türk evladı da değildir.” 

Atatürk, Türk olmanın verdiği şeref duygusu, gururu ve üstün kişiliği, hedeflerini kesin olarak göstermede başlıca kaynak olmuştur. Yabancı memleketlere veya uluslararası konferanslara giden arkadaşlarına her zaman söylediği şudur:

– Sesiniz benim sesimdir, unutmayınız!

Ve yine Atay, bir kongre nedeniyle diğer bir anısını şöyle anlatıyor:

“Büyük İslam kongrelerinden birine biz de çağırılmıştık. Kongre Mekke’de toplanacaktı. Atatürk’ün bir delege göndermeye razı olup olmayacağını merak ediyorduk.

Hiç duraksamaksızın karar verdi. Türklüğünden kibir duyacak kadar gurur duyan Büyük Adam, ulusu ile aynı dinden olanları da gerilik ve kölelikten kurtulmuş görmek için elinden geleni yapmak istemiştir. 

Müslümanlık yeniden şereflendikçe nasıl bunda Türklerin manevi payı olacaksa, on milyonlarca Müslüman ya geri ya köle kaldıkça bundan Türklere de bir utanç payı düşmemek olasılığı var mıydı?

Biliyordu ki Mekke’ye şapka ile gidilmez. Ama, daha iyi biliyordu ki başlık ve kıyafet değişmekle din değiştirileceğini sanan bir toplum da ne gerilik, ne de kölelikten sıyrılabilir. Milletvekillerinden Edip Servet Tör’ü çağırdı:

– Mekke’ye gidip beni temsil edeceksin, dedi. Türk’sün ve Müslümansın. Türklük, Müslümanlığın öncüsü ve kılavuzudur. Mekke’ye şapka ile gideceksin Kara taassup sana karşı bile gelse eğilmeyeceksin!

Edip Servet Tör Mekke’ye şapka ile girdi. Müslüman delegelerin en itibarlısı o idi. Kongrenin sonuna kadar, Mustafa Kemal mucizesine hayranlık duyan heyetler arasında Kemalist Türkiye’yi o temsil etti.”

Atay, O’nun bir başka yönüne şu anısıyla değiniyor:

“Atatürk, ne gösterişlerde, ne mevkilerde, ne rütbelerde içini doyurucu bir zevk bulabilmişti. O, fikir peşinde idi. Gerçek büyüklüğü her zaman fikirleri uğruna savaşmakta, her an, o andan önceki bütün şanlarını ve şereflerini fikirleri uğruna feda etmeyi göze almakta aramıştır.

Bir gün, Ankara ve İstanbul şehirlerinden birine “Atatürk” adı, verilmesi için bir kanun teklifi hazırlanmıştı. Atatürk, tasarıyı okudu, arkadaşlarına:

– Bir ad’ın tarihte kalması ve ağızlarda söylenmesi için, şehirlerine sığınmak şart değildir. Tarih, zorlamayı sevmeyen nazlı bir peridir. Fikirleri tercih eder, dedi.”

Türk ulusunun yapıcı ve yaratıcı gücünün Türk gençliği olduğuna inanan ve elde edilen sonucu ona emanet eden Atatürk’e, bir akşam toplantısında yöneltilen bir öneriyi nasıl yanıtladığını Atay şöyle anlatır:

“Kendisine nazı geçenlerden biri:

– Düşünmelisiniz ki eğer ölürseniz; heykelinizi paramparça ederler. Yaptıklarınızın hiçbiri ayakta kalmaz. Çok yaşamaya bakmalısınız, dedi.

Ben de orada idim. Güldü, işte o zaman bize gönlünün gizli yönünü açtı:

– Unutmayınız ki, Mustafa Kemal’ler yirmi yaşındadır, dedi.”

“Atatürk kendini saklamazdı. Hiçbir çekingenliği yoktu” diyen Atay, şu anısını anlatmaktadır:

“Atatürk, İzmir’e bir gidişinde Kordonboyu’ndaki evinin salonuna bir sofra kurulur. Davetliler tamam olup oturulacağı sırada, sokakta biriken halkın içerisini gözetlediğini gören vali, perdelerin indirilmesini emreder.

Atatürk der ki:

– Vali Bey, dışarıdaki halk acaba bizim ne yaptığımızı sanıyor? İçki içtiğimizden kuşkusu yok. Fakat, şimdi masa üstünde kadın da oynattığımızı zannedecekler. İçki içmekten başka bir şey yapmadığımızı görmeleri için perdeleri açtırınız!

Yaptığını saklamak ikiyüzlülüğüne düşmekten her zaman tiksinmiştir.

Daha da coşkun ve cümbüşlü bir geceden sonra, Çankaya’daki evine gitmiştim. Kendisine dedim ki:

– Şimdiye kadar sizin için yabancı dillerde frenkler yazdılar. Biz yanındayız. Sizi onlardan daha iyi tanıyoruz. İzin vermez misiniz Yakup Kadri ile ben hayatınız ve eserleriniz hakkında bir kitap hazırlasak?

Bilardo istakasını bırakarak yüzüme baktı:

– Dün geceyi yazacak mısınız?

– Canım Efendim, bu kadar özelliklere girmeye ne gerek var? 

– Ama bunlar yazılmazsa ben anlaşılamam ki…, dedi.”

“Büyük Millet Meclisi kürsüsünden milletime söz verdim: Hatay’ı alacağım!” diyen Atatürk’ün bu konuda ne kadar ölçülü hareket ettiğini de Atay, şöyle anlatır:

“Ömrünün sonlarında Hatay sorununda bir başka sözünü duymuştum. Atatürk bu sorun yüzünden uykusuz, sinirli idi. Rastladığı elçilerle tartışma yapar, söylemediğini bırakmaz, kendi hazır bulunduğu yerlerde yabancı elçilerin kulağına gidecek nümayişler yaptırırdı. Bir akşam sofrada evvelce dışişlerinde bulunan bir arkadaşı:

– Paşam, niçin kendinizi de milletimizi de üzüp duruyorsunuz? Bir tümen asker yollarsanız Hatay’ı alırsınız. Ve Renani’de Alman olup bittilerini kabul eden Fransızlar, Suriye’nin bir sancağı için sizinle savaş mı yapacaklar, dedi. 

Öfke ve siniri dalga dalga dinerek, sesi yavaşladı: 

– Evet bunu ben de bilirim. Bir tümen asker yollasam Hatay’ı alabiliriz. Renani’de Almanlarla savaşmayan Fransızlar da Hatay için bize savaş açmazlar. Fakat, ya bu kez saygınlıklarına dokunup karşı koyacakları tutarsa? 

Soru sorana dönerek: 

– Ben, bir sancak için altmış kadar Türk ilini tehlikeye sokmam, dedi.

Atay’ın yeni Türk harflerinin uygulanması sırasındaki çalışmalarla ilgili bir anısı da şöyle:

“Yeni Türk harflerinin ilk biçimlerini kendisine götürdüğüm zaman, Komisyon’un en aşağı beş yıllık bir geçiş dönemi düşündüğünü söylemiştim. Gazeteler, önce birer sütunlarını, yeni harflere ayıracaklar, yavaş yavaş bu sütun sayısı artacak, sonunda bu tüm gazeteler yeni harflerle çıkacaktı. Okullar için de buna benzer basamaklı yöntemler düşünmüştük.

Dikkatle dinledikten sonra bir daha sordu:

– Demek beş yıl, düşündünüz?

– Evet! 

– Üç ay! dedi.

Donakaldım: Üç ay! Üç ay içinde bütün memleket yayını Latin harfleriyle değişecekti. Ekledi:

– Ya üç ayda uygulayabiliriz, yahut hiç uygulayamayız. Sizin Arap harflerine bırakacağınız sütunlar yok mu, onların sayısı bire de inse, herkes yalnız o sütunu okur ve beş yıl sonra, tıpkı yarın başlar gibi başlamaya zorunlu kalırız. Hele arada bir buhran, bir savaş çıkarsa attığımız adımları da geri alırız, dedi.

“Atatürk, bir emir ve yasaklayıcı bir tutum içinde olmayıp inandırıcı bir lider olmayı istediği ve sevdiği için, bazen yorucu, pek zeki olmayanları şaşırtıcı ve dolaşık yollar seçmiştir” diyen Atay, bir anısını da şöyle anlatır:

“Atatürk’ün davasına ölesiye bağlı, fakat içini dökmekten hiç çekinmeyen fikir arkadaşlarından biri Recep Peker’di. Anılarım arasında şöyle bir not var:

Adeta şakalı bir konuşmadan sonra konu bilmem neden bu korku sorununa dönüştü. Atatürk, yanında oturan Peker’e: 

– Sen benden korkmaz mısın? diye sordu.

Peker güldü. Atatürk:

– Karşıma geç, dedi.

– Korkar mısın, korkmaz mısın, söyle, dedi.

– Hayır, dedi, ne senin arkadaşların korkaktırlar, ne de sen korkunçsun. Biz inanarak senin ideallerine bağlıyız. Sen sevilen adamsın, korkunç olamazsın!

Atatürk:

– Gel yine yanıma otur, dedi.”

O’nun ne kadar duygulu ve arkadaşlarına bağlı bir kişi olduğunu Mustafa Necati’nin ölümünde bir kere daha yakınında izleyen Atay:

“Atatürk’ün ilk defa hıçkırıklarla ağladığını bu ölüm akşamı görmüştüm. “Ne evlatdı o” diye hayıflanıyordu.

Yüz binlerin ölümüne göz kırpmadan bakan, ateşte dövülmüş ve kanda soğumuş bu irade, bir ana kalbi kadar yumuşamıştı” diyor.

Uzun yıllar milletvekilliği de yapmış olan bu ünlü gazeteci ve yazar Falih Rıfkı Atay’ı 20.3.1971 günü yitirmiştik.