Falih Rıfkı Atay Yazdı: Nazım Hikmet
Kadıköy vapurunun ard kamarasındayım. Uzaktan kulağıma bir ses geldi:
‘Nâzım Hikmet’in kitabı… Nâzım Hikmet’in kitabı…’
Bekledim, on lira verip ben de aldım. Kitabın adı var:
«Kurtuluş Savaşı Destanı.»
Fakat sanılan o değil, Nâzım Hikmet! Solun sancağı… Ve bir «yarı yasak»
Destanın içinde yeğitleri ve kaçakları ile, haydut ve kahramanları ile 1919 – 1922 Anadolu halkı. Kocatepe’deki sol elinin baş parmağı çenesinde, sağ eli cebinde derin düşünen Mustafa Kemal’i o pek yaygın fotoğrafından hatırlarsınız. Destanın sonlarında ona da rastlıyoruz:
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar
Eğilip durdu.
Bıraksalar
İnce uzun bacakları üstünde yaylanarak
Ve karanlıkta akan bir yıldız gibi akarak
Kocatepe’den Afyon ovasına atlayacaktı.
Bu Atatürk devrinde yıllarca hapis hükümlüsünün Mustafa Kemal’i idi. Atatürk devri büyükelçisi rahmetli dostum Yahya Kemal’den sekiz mısrada kalmamış olduğunu düşünüyorum. İkisinin hatırası nedense durmadan birbirine karışıyor. Hepsi ölüp gitmiştir. Sır yok artık. Sırlarında da bir çirkinlik yok.
Nâzım Hikmet’in babası Hikmet’i ben Dahiliye Nazırı Talât Bey’in özel kaleminde iken matbuat müdürü olarak tanımıştım. Celâl Nuri bir yazısında Abdülhak Hamid’i tenkid ettiği için büyük denen şairin şikâyeti üzerine Sadrazam Mısırlı Sait Halim Paşa’nın yanına çağırarak:
– Ne haddi imiş bir gazetecinin Ayan azay-ı kiramından bir zatı tenkid etmek? diye yazar hesabına payladığı matbuat müdürü odur.
Daha önce Tepebaşı’nda «Şir-i ter», ki «taze süt» demektir, adlı pek süslü bir dükkân açıp ortağı ile birlikte sermayesini kaybetmiş olduğunu da biliyordum.
Nâzım Hikmet’in anası Yahya Kemal’in büyük aşkı idi. Bir gün bana:
– Bilmezsin ne hoş hanımdır. Seninle Celile Hanım’a gidelim, dedi. İlk defa Nazım Hikmet’i orada beyaz deniz öğrencisi üniforması ile gördüm. Yüzü gönlü açık havalı, kendine hemen ısındıran bir delikanlı idi. Yahya Kemal’in sık sık eve gitmesinin bahanesi de Nâzım Hikmet’e şiir dersi vermekti.
Eski çığrın son büyük şairi ile yeni çığrın ilk büyük şairi, biri gençlik pırıltısı, biri aşk ve şevk coşkunluğu içinde, şimdi ikisine de uzak geçmişin sisleri arasından dokunacakmışım gibi yaklaşıyorum.
Edebiyat-ı Cedide şiir ve nesirlerinin kofluğu gibi, Osmanlı Divan Edebiyatı’nın kalın «belâgat, inşa ve hikeraiyat» kabuğu altından şiir özü sürmeyi de Yahya Kemal’den öğrenmiştim. Ondan önce okullarımızda, esnaf dükkânlarına asılan «İnsâna sadakat yakışır görse de ikrah – yardımcısıdır doğruların Hazret-i Allah» gibi beyitleri şiir diye ezberlerdik.
Yahya Kemal’in Edebiyat-ı Cedide şiirlerini yermesine güle güle bayılırdık. Son eseri Yakup Kadri ile benim üzerime, ve sadece mebus olduğumuz için, bir vezinli curnal olduğu şimdi hatırıma gelen Hüseyin Siret’in:
Hâneme doğru hâneme efsûs.
Gidiyordum ki bir garip horos ediyordu benimle istihzâ…
mısralarını işitmesi üzerine Kemal’in Paris’teki ressam Galip adındaki arkadaşı:
– Horosun hakkı varmış. Hem ben Türkiye’de bir şiir tenkidcisi gördümse o da bu horosdan ibarettir! dediğini anlatırdı.
«Vatanıma geldim, bana kalmak izni alır mısınız?»
Yahya Kemal yalnız kimseden duymadığımız, Türkçede kimseden okumadığımız yeni görüşler getirmiş değildi. Şiire yeni bir ses de vermek en büyük ihtirası idi. Yepyeni çeşnide, fakat bir türlü tamamlanmayan mısra ve beyitleri ağızdan ağıza dolaşıyordu.
Büyükada’da oturduğu otelin yaşlı Rum garsonu bile duya duya bu mısralardan birini ezberlemişti. İskelede vapurdan çıktığını görünce: «Bir tas su mutlaka içecekler o çeşmeden!» derdi.
Yahya Kemal’in nesi eksikti, bilmiyorum. Bir şeyi kıramadı, bir yükseği aşamadı, eski kalıba yeni bir ruh vermek denemeleri içinde çırpındı, gitti. Kendisi de o hava içinde Osmanlı kaldı. Ne Türkçülüğü, ne Türkçeciliği, ne de Cumhuriyet devrini ve devrimciliğini benimseyebildi.
Nâzım Hikmet kırdı ve aştı. Yahya Kemal gibi öğretici ve tenkidci değildi ama, yeni bir ses yaratıcısı idi. Nâzım Hikmet’i uzun müddet ne gördüm, ne de ondan söz edildiğini işittim.
Bir gün Ankara’da «Hâkimiyet-i Milliye» deki odamda çalışıyordum. Bir telgraf getirdiler. Baktım, imza: Nâzım Hikmet! «Vatanıma geldim, bana kalmak izni alır mısınız?» yollu bir telgraf. Sanırım Ordu’dan!
Nâzım’ın Rusya’dan Türkiye’ye döndüğü zaman hatırladığı ben olmuştum. Rahmetli Mahmut Esat Bozkurt, ki koyu bir milliyetçi, fakat açık kafalı ve uyanık gönüllü bir hakçı idi, telefonla onu aradım. İkimiz birlik olup Nâzım’a izin aldık. Ankara’ya geldi, beni gördü. Burada küçük bir çıkma yapmalıyım:
Ankara’da iki türlü milliyetçi idik. Sağa göre yeni başkentin beton postahanesini değil de kerpiç evinin fotoğrafını çekmek suçtur. Vali köylünün kötü kılıklı olduğu için, yabancı elçilerin oturduğu ve Atatürk’ün geçtiği Çankaya caddesinde dolaşmasını yasak etmiştir. Aşağı yaşayışla yukarı görüş ve gösteriş arasında baş döndürücü aykırılık, gören göze yaş, duyan kalbe acı getirir. Sağ için bu yas damlası da, bu acı parçası da «bolşeviklik»tir. İyi bir milliyetçi nasıl yalnız beton postahanenin fotoğrafını almalı ise, sokakta da yalnız silindir veya fötr şapkayı görmelidir. Çıplak ve aç geçmişin suçu. Ona da nasıl olsa her fırsatta sövüyoruz. Ne Atatürk, ne İnönü, ne de bizim takım bu düşünüş ve görüşle ilgili değildik. Bundan başka Anadolu emperyalizme karşı ayaklandığı vakit, ihtilâlimizi yalnız Rusya ve Almanya’daki komünist hareketleri tutmuştu. Tek yardımcımız da Lenin Rusyası idi. Dört büyük devleti ve Yunan ordusunu topraklarımızdan çıkararak tam bağımsızlığa erişebileceğimiz inancı Ku-vay-ı Milliyye Meclisinde bile pek sağlam değildi. Bu sırada Almanya ve Rusya’da bulunup da komünist hareketlere katılmış olanlara hak veriyorduk ve onların Türk Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan sonra bize katılmalarını samimî buluyorduk.
Atatürk umutsuzluk günlerinde daha çok şaşırmış olanlara bile yeni bir yol seçmek fırsatı tanımak taraflısı idi. Nitekim Anadolu Savaşında hizmet etmeyi reddeden bazı yüksek rütbeli askerlerimizin bile, benim iznimle İstanbul’da kalmışlardır, diye Cumhuriyet ordusunda kalmalarını sağlayan Atatürk’tür. Polis bu fikirde değildi. Dar kafalı idareciler de polisle beraber fişli’lerin peşinde idiler.
Benim bildiklerimden yalnız Nâzım Hikmet değil, Şevket Süreyya, Vedat Nedim, İsmail Hüsrev ve Burhan Belge de, Spartakist Alamanyasında bulundukları için fişli idiler. Polis ve idareci onları kıpkızıl komünist görür, ama Atatürk iktidarı Vedad Nedim’e basını, Şevket Süreyya’ya Ticaret Okulu Müdürlüğünü verirdi. Bunlar gene de işsiz veya iş icadcısı sivil polisin yakıştırma curnallarından kurtulamazlardı.
İnönü: Bunları okudukça Nâzım’ın hapiste olmasına canım yanıyor
Pek dar görüşlü Fevzi Çakmak için ben de komünisttim. «Yeni Rusya» kitabımı yasakları içine almıştı. Ben ise bu kitabı Atatürk’ün gazetesinde tefrika etmiştim ve Atatürk’ün başyazarlığını yapıyordum. Son eseri bir «Tevhid» olan Hasan Ali Yücel’i bile komünistlikle suçlamak isteyen Fevzi Çakmak değil midir? Türkiye’de, bugün olduğu gibi o zaman da komünistler vardı. Gözleri kapalı Moskova’ya bağlı idiler. Ancak şimdi olduğu üzere, sosyalistlik bahanesi altında, açıkça Moskova parolacılığı edemedikleri için «teşhis» edemiyorduk. Hangisi gerçekti, hangisi sivil polisin iş güzarlığı veya iftirası idi, bilemiyorduk.
Nâzım «Akşam» gazetesinin yazı kadrosuna girdi. İmzasız yazılarını okuyordum. Nâzım’ın bilgi ve kültür iddiaları yoktu. Boyuna peşine düşülmesinden ve kendisinde bir halk kahramanı tehlikesi görülmesinden gurur duyduğunu sanıyorum. Bir gün kulaklarımla, Meclis koridorunda şu sözü duydum:
– Vesika yokmuş ha. Delil bulunmazmış ha.. Biz onu Divan-ı harbe mahkum ettirelim de gününü görür.
Nâzını Hikmet hapiste iken onu her düşünüşte bu sözü hatırlayarak yok yere çile çekmesini içime yediremezdim. Anasının yakınlarından Ali Fuad Çebesoy da affı için çalıştı durdu. İnönü Cebesoy’un ve bizim söyleliklerimizi iyi karşılamıştır. Affedilecek, ve Ankara’ya gelip adı «Ulus»a değişen eski «Hakimiyet-i Milliyye» kadrosu içinde çalışacaktı. Fakat Fevzi Çakmak engelini aşmak güçtü. İnönü bir gün bir gündelik gazetede Yahya Kemal’in divan biçimi bir gazelini göstererek:
– Bunları okudukça Nâzım’ın hapiste olmasına canım yanıyor, demişti.
Ben Nâzım’ın büyük bir şair değil, en başta suçlu olduğuna inanmadığım için daha sonra hazırlanan affı dilekçesi başına imzamı koymuştum. Bu yüzden hiç bir tarize de aldırış etmemiştim.
Bir toplanışımızda Nâzım Hikmet’in kendi sesi ile plâğa okuduğu «Salkım Söğüt»ü dinlerken Atatürk’ün tatlı dalışını hatırlıyordum. «Salkım Söğüt» sadece bir şiir!
Oscar Wilde’in ansiklopedilerde hâlâ sayfalar dolduran sanat ve kültür büyüklüğü, O düşkünü idi, diye cinsî sapıklığa şeref mi verir. Bilerek en kötü bir örnek seçtim.
Yahya Kemal Osmanlı emperyalizmi destancısı idi. Yeni Türkiye’yi doğuşundan bu yana hiç bir tarafı ile benimsememiştir. Ne Türkçü, ne Türkçeci, ne de Cumhuriyetçi idi. Büyük şair olduğuna inananlar, o benimsemediği için, Türkçülük, Türkçecilik ve Cumhuriyetciliklerini mi bırakacaklar?
Yahut fikirlerini ve inançlarını benimsemedikleri için şiirlerini mi okumayacaklar? Nâzım Hikmet’in yeni kuşağın en büyük şairi olması komünistliğin en doğru ekonomi mezhebi olduğunu mu gösterir? Yahut O komünist olduğu için şiiri şiirliğini mi kaybeder?
Kaldı ki Nâzım Batı ve Amerikan dünyası için bugünkü sol saldırışlarının yüzde biri kadar yerici olmamıştır. Bundan başka, son destanının da gösterdiği üzere, bugünkü maskeli, ve üstelik şiirsiz ve hünersiniz kaba sol gibi inkarcılık da etmemiş, vatanını, ondan uzakta ölmeyi iki kat ölüm sayacak kadar sevmiş ve aramıştır.
Hayır, ne Yahya Kemal’i gericiliğe, ne Nâzım Hikmet’i komünistliğe sancak olarak bırakmayalım?
Nâzım’ın Türkiye’den son kaçışı ellisinden sonra askerliği soruşturulmaya başlamasındandır. Askerliğe bir borcu yoktu. Doğuya yollanarak, Sabahattin Ali gibi, öldürüleceğinden korktu. Yıllarca hapiste çektiklerinden sonra yeni bir işkenceye uğramak ona her şeyi göze aldırıcı geldi.
İkisinde de tuhaf bir benzerliği bir türlü içime sindirememişimdir. Ben yere kapanarak Atatürk’ün ayağını öpen tek adam hatırlarım: Yahya Kemal. Bursa’da ilk rastlayışımda öpmüştür. Acaba Anadolu’ya gitmek üzere kendisine yollanan para ile, Eskişehir bozgunu üzerine paniğe uğrayarak, Bulgaristan’a gitmiş olduğunu unutturmak için mi idi? Öyle de olsa tozlu ayağını öptüğü Atatürk öldükten sonra eğer bana anlatılan doğru ise, bir Boğaziçi yalısında:
– Mustafa Kemal diye bir kahramanı, o zamanlar lâzım olduğu için, biz icat ettik! dememeli idi.
O ne kadar aydınlık bakışlı Nâzım Hikmet’in de uçaktan iner inmez, eğer Tas Ajansı yalan söylememişse, Moskova toprağını öperek Stalin’e secde etmiş olması pek gücüme gider. Bari Stalin öldükten sonra «Stalinsizleşme» devri sahnelerinde onu en çok maskara eden piyesi yazmamalı idi.
Ah insanlık!.
Falih Rıfkı Atay, 2 Mayıs 1965