Falih Rıfkı Atay Ve… Çankaya

Falih Rıfkı Atay Türkiye’nin göğsünde, Atatürkçülüğü ve cumhuriyet değerlerini en güzel simgeleyen bir “ziynet”tir. Ve, bu değerlere ne zaman karşı gelinse, ne zaman çarpıtılmaya çalışınsa, Falih Rıfkı Atay’ın muzdarip başı da Türkiye’nin göğsündedir!

Mustafa Kemal Atatürk ile ilgili en doğru bilgi alınabilecek kaynaklar düşünüldüğünde, akla ilk gelen adlardan biri, belki de en önemlisi, hiç kuşkusuz, Falih Rıfkı Atay’dır.

Atatürk, yapıtlarını yakından izlediği, kalemine ve sanat gücüne büyük hayranlık duyduğu, Kurtuluş Savaşı’nı candan destekleyen, İngiliz İşgal Kuvvetleri’ne ve saltanat düşmanlarını asma yetkisine sahip Kürt Mustafa divanı gibi her türlü engellemeye karşın, savaş boyunca günlük yazılarıyla cepheye ve Türk halkına büyük moral veren Falih Rıfkı Atay’ı, İzmir’in kurtarıldığı günün hemen bir gün sonrasında yanına çağırmış ve yaşamının sonuna dek de onunla birlikte çalışmıştır. İzmir’deki ilk karşılaşmada Atatürk’ün yazarımıza “Asıl savaşımız bundan sonra başlıyor ve bu kazanmış olduğumuzdan daha zordur” demesi, bugün için bile ders alınması gereken bir saptamadır ve Atatürk Devrimleri’nin de müjdeleyicisidir.

Konu ile ilgili değerli gazeteci-yazarımız Bedii Faik duygularını bizlerle şu biçimde paylaşmaktadır:

“Atatürk’e, Falih Rıfkı’yı ilk anımsanacak fikir adamı olarak tanıtan, yalnızca Milli Mücadele yazıları değildi. Bunlar, genç bir subayken okumaya ve izlemeye başladığı bir yazarın, en son ve en yaşamsal savaşımda yine kendi yanında olduğunu görmenin rahatlığını vermiştir ona! Ama kuşku yok taa İttihat ve Terakki yıllarından gelen bir birikim vardı. Milli Mücadele yazıları, zaten dolu olan bu kristal bardağın üzerine akmış ve onu taşırmıştır!”

Mustafa Kemal Atatürk hayatta iken hiç aksatmaksızın seçimini kendisi ile birlikte olma yönünde kullanan, ölümünden sonra da 32 yıl Atatürkçülüğü ve devrimlerini savunan Falih Rıfkı Atay yalnızca üstün bir sanatçı, ifade gücü çok güçlü, Türkçe’yi çok güzel kullanan ve Türk edebiyatına olağanüstü güzel yapıtlar veren bir yazarımız olarak görülmemeli, yaşamını Türkiye’nin Batılılaşmasına, Atatürk Devrimleri’nin yayılmasına ve korunmasına adamış bir dava adamı olarak da değerlendirilmelidir.

Kurtuluş Savaşı öncesi, Falih Rıfkı Atay da Osmanlı’nın son dönemini yaşamış her insan gibi karanlık günlerde yetişmiş bir gençtir. Ancak, edebiyata olan yeteneği çok genç yaşta ortaya çıkmış, henüz 15 yaşındayken yazıları “Servet-i Fünun”da yayımlanmaya başlamıştır. Mehmet Âkif’in, Yahya Kemal’in öğrencisi olması bu yeteneği daha da güçlendirmiş ve 20 yaşında, birçok ünlü yazarın arasında “Tanin”de yayımlanmaya başlanan “Cumartesi Mektupları” çok büyük bir beğeni kazanmıştır. Kurtuluş Savaşı öncesi döneminde, “Türk edebiyatının başyapıtlarından birisidir” diyebileceğim, yeni kuşakların mutlaka tanımasını istediğim, “Zeytindağı”nı yaratmıştır.

“Zeytindağı”, Birinci Dünya Savaşı’nda Suriye Dördüncü Ordu Komutanı Cemal Paşa’nın karargâhında çalışmış olan Falih Rıfkı Atay’ın, tanık olduğu çöl savaşının anılarıdır. Her satırında içinizin ezileceği, çölün sıcağında kavrulurken satırların arasında eriyeceğiniz, savaş gerçeğinde kendinizi o günlerin ortasında bulacağınız, soluğunuzun kısa geleceği “Zeytindağı” yapıtların en üstünü olarak okunmalıdır. “Zeytindağı” için Hüseyin Cahit Yalçın, “Bir yazar, bütün ömründe, böyle bir kitap yazabilmişse, dünyaya boşuna gelmemiştir” demiştir. Nurullah Ataç aynı yapıt için, Türkçe’mizin “tam tadı” ifadesini kullanır ve “Zeytindağı’nı okumamış Türk, Türkçe’yi yarım tatmış sayılır” der. Bedii Faik ise bu yapıt için “Suriye cephesinde Osmanlı ordusu savaşı kaybetmiştir ama Türk edebiyatı bir ‘Zeytindağı’nı kazanmıştır” ifadesini kullanır.

Gezi yazılarındaki üstün yeteneği, gördüğü insan manzaraları karşısında duygularını, adeta iç dünyasını okuyabilmemizi sağlayan ifade gücü, yurt dışındaki deneyimlerin Türk insanı ve yaşam koşulları ile karşılaştırılması ve yapılan sentez, bizlere olağanüstü güzel bir gezi yazıları hazinesi bırakmıştır.

Falih Rıfkı Atay’ın bu denli önemli ve kesinlikle belirtilmesi gereken bir başka özelliği de, dilimize olan katkısıdır. Türkçe’nin her türlü kıvraklığı anlatabilecek düzeyde, zengin bir dil olduğuna inanmıştır. Yapıtlarında, halkın anlayabileceği Türkçe’yi büyük bir titizlik ile seçmiş, çok canlı, yalın ve sağlam bir dil kullanmıştır. Tüm okullarımızda Türkçe ve edebiyat derslerine en büyük önemin verilmesi gerektiğini savunmuş ve “Bir fikri doğru dürüst, iyi anlatarak ve sevdirerek yazmak, sanatçı sanatı olmaktan çıkmalıdır” demiştir.

Bedii Faik, Falih Rıfkı Atay’ın yazmakta olduğu “Dünya” gazetesinde yazmaya başlamadan önce, “Ben çalıştığım hiçbir gazetede, kendimden önce, kendimden üstün bir kimsenin varlığını duyumsamamış, hatta kabul de etmemişimdir” dedikten sonra, “Dünya” gazetesindeki Falih Rıfkı Atay gerçeğinin altını çizmekte ve “Çünkü orada bir Falih Rıfkı Atay vardır ki, onun yazı kudreti önünde eğilmemek, şahsiyetinden fırlayan üstünlük karşısında büyülenmemek olanaksızdır(…) ‘Dünya’ benim için, başımda bir başyazarın bulunduğunu ve önümde her gün, ama her gün, yeni birşey öğreneceğim, bir deneyim, bilgi ve edebi cazibe çağlayanının akışını gördüğüm ilk gazete olmuştur” demektedir.

Falih Rıfkı Atay, Atatürkçülük çizgisinden ve cumhuriyet devrimlerinden yaşamının hiçbir döneminde taviz vermemiştir. İnsanları, din, dil ve ırk ayırımı yapmaksızın kucaklamış, en yoğun haksızlığa uğradığı dönemlerde bile hoşgörüsünü kaybetmemiş, yalnızca Mustafa Kemal Atatürk’e karşı gelenlere, konuyla ilgili küçücük de olsa yanlış bir ifadeye katlanamamış çok net ve kesin tavrını koymuştur.

İleriki sayfalarda, sizleri 30 Ağustos öncesi İstanbul’daki havayı ve İzmir’in kurtuluşuna dek geçen günlerdeki heyecanı birebir yaşayabilmemizi sağlayan Falih Rıfkı Atay’ın en değerli yapıtlarından “Çankaya”dan çok sevdiğim bir bölümü sunuyorum. Kendisini daha yakından tanımak isteyenler için değerli gazeteci-yazar Bedii Faik’in “Matbuat Basın Derken Medya” adlı 3 ciltilk yapıtının, 3’üncü cildini mutlaka okumalarını öneriyorum.

Bizlere bu denli güzel yapıtlar verebilmiş yazarımızı bir kez daha saygıyla anıyorum ve tüm samimiyetimle inanıyorum ki, Falih Rıfkı Atay Türkiye’nin göğsünde, Atatürkçülüğü ve cumhuriyet değerlerini en güzel simgeleyen bir “ziynet”tir. Ve, bu değerlere ne zaman karşı gelinse, ne zaman çarpıtılmaya çalışınsa, Falih Rıfkı Atay’ın muzdarip başı da Türkiye’nin göğsündedir!

Falih Rıfkı Atay “Çankaya”dan…

Sakarya’da 3282 ölü ve 13618 yaralı vermiştik. Büyük Saldırı Harbi bize 2542 ölü ve 9977 yaralıya mal olmuştur. Bu zafer millet meclisine, hükümete, ordu komutanlarına rağmen başkomutan Mustafa Kemal tarafından kazanılmıştır.

Bu tarihî günlere bir de İstanbul’dan bakalım:

Gazeteye geldiğim vakit, Anadolu’nun birdenbire kapandığını söylediler. İstanbul ve Türkiye’nin işgal altındaki köyleriyle, memleketin öbür kısmı arasında hiçbir temas yapmaya imkân yoktu. Aradan 30 yıl geçti. O sabahki heyecanımın, şimdi bile gönlümü ürperttiğini duyuyorum.

“Acaba Yunanlılar mı taarruza geçtiler?”

“Belki de bizimkiler…”

Tarihte hiçbir perde, bu kadar ağır bir kader sırrı üstüne inmemiştir. Ne Rumca ve Ermenice gazetelerde, ne İngiliz veya Fransız ağzı konuşanların sözlerinde merak giderici bir yayıntı bile yoktu.

“Canım biz taarruz edebilir miyiz?”

Daha geçenlerde Fethi Bey mütareke aramak için Londra’ya gitti. Ummam ki böyle bir delilik yapalım.

“İhtimal ne cepheyi ve ne de cephe gerisini tutamaz hâle geldikleri için bir son çare aramışlardır.”

Hepimiz Mustafa Kemal’in askerlik dehâsına inanırdık. Onun herşeyi vara olduğu kadar, yoka da çevirecek bir zar atmayacağını biliyorduk.

Fakat nasıl haber almalı idi?

Bütün günümüz âdeta merak sancısı içinde geçti. Yalnız yemekten değil, düşünmekten kesilmiştik. Zırhlıları ile, tümenleri ve alayları ile Birinci Dünya Harbi düşmanlarının zaferi, hâlâ İstanbul’un sularında ve sokaklarında idi. Bir tek umut, bir avuç askerde  ve Mustafa Kemal denen isimdedir. Kapkara perdenin arkasında yalnız onların yaklaşıp uzaklaşan hayaletlerini sezinliyoruz.

Nihayet Rumca gazetelerde ilk rivayetler çıktı, biz taarruza geçmiştik ve başımızı Yunan ordusunun çelik kayasına boş yere çarpıp duruyorduk.

Türk ordusunun bir taarruz savaşına giremeyeceği fikri, bizim kuşağımız için değişmez gerçeklerden biri idi. Ordumuzun kahramanlığına bel bağlardık, fakat onun ancak dayanma mucizeleri verebileceğini sanırdık. Onun son destanları 1877 Harbi’nde Pilevne, 1912 Harbi’nde Edirne, sonra da Çanakkale idi. Rumca gazetelerin haberi ile, merakımız biraz azalsa bile, kaygımız ateş gibi yanıyordu.

Zaman geçtikçe umutsuzluğumuz arttı. Havadis duyurmakta Beyoğlu gazeteleriyle yarış eden ve üst üste kasabalar alındığı rivayetlerini uyduran bir Türkçe sürüm gazetesine kızıyorduk.

“Taarruz sökmüş olsa, bir tebliğ verirlerdi. Durduk mu, geriledik mi? Ah, hiç olmazsa bir iki kasaba alsak da öyle dursak…”

Bir iki kasaba alıp durmayı nimet saymaya başlamıştık. Az da olsa bir başarıyı, halk güvenini artırma yolunda kullanmak kolaydır. Bu, bir edebiyat işidir. Fakat ya hiçbir şey yapamadıksa, ya geriledikse?

Mustafa Kemal’e kızanlar ağızlarını açmışlardı bile…

Bir fena şey vardı. Kimseye bir şey sormaksızın onu zihnimizde hafifletmeye uğraşıyorduk. İhtimal durmuştuk. Belki de bir iki noktada gerilemiştik. Ordu bozulmamışsa bundan ne çıkardı? Yunanlılar da artık bitkin bir halde değil mi idiler? Aşağı yukarı bir uzlaşma yapabilirdik. Bu da, elbette Sevres Andlaşması’ndan daha iyi olurdu.

Fakat içimizdeki sorunun, kimseden aramaya cesaret edemediğimiz cevabı kendiliğinden yayılıverdi: Başkomutan Mustafa Kemal Paşa bütün karargâhı ile beraber esir olmuş…

Kader insanları öldürmez derlerse, bu söze inanınız. Kalb denen şeyin ne dayanıklı bir maddeden yapılmış olduğunu ben o akşamüstü Büyükada vapurunun güvertesinde öğrendim.

Ölümü bir uyku, rahat bir uyku gibi arayarak sabahı ettik. İlk vapurun en görünmez köşesine sığınarak, iki büklüm köprüye indik.

Bütün Türkler’i yas içinde bulacağımı sanıyordum. Meğer ne kadar soysuzluğa uğramışız. Acaba sokaktakilerin hepsi, şu veya bu muhipler cemiyeti üyeleri mi idi? Bizimkiler utançlarından evlerinde mi kalmışlardı? Bu gülüşler, bu çırpınışlar, bu el sıkışlar ne idi?

Meğer bütün karargâhı ile Başkomutan Mustafa Kemal değil, Yunan Başkomutanı Trikopis esir olmuş…

Size kalbin ne kadar dayanıklı bir maddeden yapılmış olduğunu yukarıda söylemeseydim, burada söylerdim. Bir çocuk gibi sıçramaya başladım. Habere, havadise, telgrafa koşuyorum. Hani dün kızdığımız o sürüm gazetesi yok mu, meğer resmî tebliğlerin kilometrelerce gerisinde imiş. Yunan ordusunu yok etmişiz ve İzmir’e iniyormuşuz.

Ben, ömrümde hiçbir edebiyat eserinde, ordulara ilk hedeflerinin Akdeniz olduğunu bildiren günlük emri okurken duyduğum zevki duymadım. Bu, bütün heyecanların üstünde bir heyecan veren, bütün şiirlerin üstünde bir şiirdi. Ne olmuştuk, biliyor musunuz? Kurtulmuştuk.

Ah Mustafa Kemal, Mustafa Kemal, sana ölünceye kadar o günün sevincini ödeyebilmekten başka bir şey düşünmeyeceğim. (…)

Tuhaf şey: İzmir’in alındığı haberi geldiği vakit, içimizde artık sevinme gücü kalmamıştı.  Gönlümüz, uzun ve derin uykuya dalmış gibi idi. Bir hastanın başında günlerce beklemekten sonraki yığılıp kalmaya benzer bir uyku… Hattâ daha fazla ağlamalı bir hal… (…)

Nemiz varsa, bağımsız bir devlet kurmuşsak, hür vatandaş olmuşsak, şerefli insanlar gibi dolaşıyorsak, yurdumuzu Batı’nın, vicdanımızı ve kafamızı Doğu’nun pençesinden kurtarmışsak, şu denizlere bizim diye bakıyor, bu topraklarda ana bağrının sıcağını duyuyorsak, belki nefes alıyorsak, hepsini, herşeyi 30 Ağustos zaferine borçluyuz.

“Akşam”ın ilk sayfası için koskoca bir klişe hazırlamıştık: “Elhamdülillâh, İzmir’e kavuştuk!” Kapıları açmanın imkânı mı var? Gazeteyi pencereden akıtıyorduk. Alan, yüzüne gözüne sürüyordu. Galata rıhtımı üzerinde kamçısı ile selâm marşını susturan beyaz atlı Franchet d’Esprey, o korkunç hayal, sanki bir operet sahnesinden kalma hoş bir hâtıra idi!

30 Ağustos öncesi günleri ve İzmir’in kurtuluşunu anlatan “Zafer” bölümünden alınmıştır.

Falih Rıfkı Atay’ın Yaşamından Notlar

•1894 yılında İstanbul’da doğdu. •Darülfünun Edebiyat Bölümü’nü bitirdi. •İlk yazıları, “Serveti Fünun” dergisinin genç yazarlara ayrılan ek sayfalarında yayımlandı. •1912’de “Tanin” gazetesinde düz yazıları yayımlanmaya başladı. •1913-1914 yıllarında Sedaret ve Dahiliye Nazırlığı kalemlerinde çalıştı. •Birinci Dünya Savaşı’nda yedek subay olarak Suriye’ye gitti. •Kazım Şinasi Dersan, Necmettin Sadık Sadak, Ali Naci Karacan ile birlikte “Akşam” gazetesini çıkarmaya başladı. •Kurtuluş Savaşı’nı destekleyen etkili yazıları dolayısıyla idamı istenerek Kürt Mustafa Divan-ı Harbi’ne verildi.  •Atatürk’ün isteği üzerine İkinci Büyük Millet Meclisi’ne Bolu’dan milletvekili seçildi. •Daha sonra uzun yıllar Ankara milletvekili olarak TBMM’de bulundu. •“Hakimiyeti Milliye”, “Milliyet” ve “Ulus” gazetelerinin başyazarlığını yaptı. •Yeni Türk alfabesinin hazırlanması ve uygulanması sırasında Dil Encümeni’nde görev aldı. •Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın tutumuna şiddetle karşı çıktı. •1952 yılında “Dünya” gazetesini kurarak Demokrat Parti’ye karşı Atatürk devrimlerini savundu. •20 Mart 1971’de öldü.

Falih Rıfkı Atay’nun Yapıtları

“Ateş ve Güneş” (1918), “Deniz Aşırı” (1931), “Yeni Rusya” (1931),  “Zeytindağı” (1932),   Moskova-Roma (1932), “Bizim Akdeniz” (1934), “Taymis Kıyıları” (1934), “Tuna Kıyıları” (1938), “Hind” (1944), “Yolculuk Defteri” (1946), “Eski Saat” (1933), “Niçin Kurtulmamak?” (1953), “Çile” (1955), “Baş Veren İnkılâpçı” (1954), “Atatürk’ün Bana Anlattıkları” (1955), “Mustafa Kemal’in Mütareke Defteri” (1955), “Babanız Atatürk” (1955), “Çankaya” (1961), “Batış Yılları” (1963), “İnanç” (1965), “Atatürk’ün Hatıraları” (1965), “Kurtuluş” (1966), “Atatürkçülük Nedir?” (1966), “Pazar Konuşmaları” (1966), “Atatürk Ne İdi?” (1968); “Bayrak” (1970), “Gezerek Gördüklerim” (1970).


Demir Aytaç, Bütün Dünya