Evrensel Ruhani Yetki: Hilafet
Batılı ülkeler ‘Kutsal Osmanlı Sultanlarının diğer Müslümanlar üzerindeki ruhani önderliğinden hareketle halifeyi kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya başlarlar…
Hilafetin kimi ülkeler, daha doğrusu Batı tarafından belirgin bir biçim de kullanılması 18. yüzyılın son çeyreğinde başlar ve sürer. Bu kullanımı az-çok ayrıntılarıyla ortaya koyabilmek için İslam dininin başlangıç yıllarına dönmeliyiz.
609/622’ye dek süren Mekke Dönemi’nde, İslamın daha çok tinsel boyutta, yani “inanç” alanında oluşup geliştiği, 622/632 tarihleri arasındaki Medine Dönemi’nde ise İslam dinine “dünyasal” bir yan eklendiği bilinir.
Demek ki ilkin dinsel bir önder olan peygamber, daha sonraları bir başkan kimliğiyle, İslam toplumunun hem dinsel hem dünyasal işlerini yönetmeyi üstlenir. İşte bu iki ayrı görevden birinin ötekine üstünlüğü, o dönemde düşünülmediği, söz konusu edilmediği belirtilir. Çünkü, peygamberin Tanrı’nın sözcüsü olarak görevlendirilmesi ya da toplumun dinsel yaşamının önderi olması, ona “insanüstü” bir varlık olma özelliği kazandırmıyordu. Peygamber de olsa insanın kutsallaştırılması gibi bir inanışa İslamiyette yer yoktu.
Peygamber Ardılı
Bu bakımdan peygamberin dinsel görevini öne çıkararak dünyasal görevine bir üstünlük sağladığı, ne İslamın ilk günlerinde ne de sonraki günlerde görülmüştür. Yine bu iki görevden birinin bir güç, bir otorite durumuna gelerek öbüründen ayrılması, kendi başına buyruk olması peygamberi izleyen “Dört Halife” döneminde de görülmez. Çünkü “peygamber ardılı” demek olan “halife”ye, bu ardıllığın hangi anlamıyla, yani dünyasal mı yoksa dinsel anlamı ile mi geçtiği konusunda ilk Müslümanların bir ayrım gözetmediği ileri sürülür.

Dört Halife Dönemi’nde başlayan siyasal bir gücün oluşması ve örgütlenmesi Emevi Devleti’nin kuruluşu ile tanı biçimini alır. Dinle başı pek hoş olmayan Emeviler’in kurdukları devlet tam anlamıyla dünyasaldır. Gerek İslam gerekse Batı kaynaklarının belirttiği gibi, Emevi Devleti ile saltanat, hilafetin önüne geçmiştir.
Emeviler’i izleyen İslam devleti, bilindiği gibi, Abbasi Devleti’dir. Abbasi sultanları “halife” sanını kullanmaya özen göstermişlerdir.
Ne var ki halifelik, Abbasi sultanlarına en üstün din otoritesi sanını vermiyordu. Halife, Hristiyanlığın en yüksek dinsel orununda oturan “papa” gibi bir kutsallık taşıyamaz, bir ayin yönetemez, dinsel bir dogma ortaya koyamazdı.
Nitekim, en ünlü Abbasi halifelerinden olan Harun Reşit’i, Bağdat Kadısı mahkemeye çağırıp yargılamış ve kendisini haksız bulmuştu.
‘Dinsel değil siyasal kurum’
Demek ki Abbasi hükümdarlarının taşıdıkları “halife” sanından da dinsel kaynaklı bir otorite olarak söz edilemezdi. Başka bir anlatımla, siyasal erkten, yani “devlet başkanlığı“ndan arındırılmış bir halife sanının bir varlık gösteremeyeceği ortadaydı. Nitekim, 14. yüzyılın ünlü İslam bilginlerinden İbni Haldun (1) da, hilafetin dinsel değil siyasal bir kurum, halifenin de devlet başkanı olduğunu öne sürer. Osmanlı Devleti’nde de Yavuz Sultan Selim’den sonra padişahların taşıdığı halife sanının anlamı ve içeriğinin de böyle olduğu belirtilir.
Ne var ki bu durum, imparatorluğun çöküş dönemine girmesiyle değişir. 18. yüzyılın sonlarına doğru devletin bütün kurumlarında olduğu gibi, “Hilafet Kurumu”nda da yozlaşma, çağın gidişine ters yönde bir yapılanma belirmeye başlar. Bu yeni anlayışa göre halifenin tüm dünya Müslümanları üzerinde geçerli olabilecek bir “ruhani yetki”ye sahip olduğu görüşü yaygınlaşır. Halifeye yüklenen bu yapay yetkinin somut olarak ilk kez kullanılışı, 1774 tarihinde Ruslarla yapılan “Küçük Kaynarca Antlaşması” ile bunu izleyen ve sonunda Kırım’ın Rusya’ya bağlanmasını sağlayan antlaşmalarda görülür. (2)
Çıkarlar Öne Çıkar
Gerçekten bu antlaşmalarda “Kutsal Rus Çarı”nın, Ortodoks din koruyuculuğu yetkisine karşılık, “Kutsal OsmanIı Sultanları”nın da Kırım Müslümanları üzerinde ruhani bir önderliği olacağına yer verilmiştir.
Bu durumu anında değerlendiren Batılı ülkeler hemen harekete geçip, bu “evrensel ruhani yetki”ye dayanarak halifeyi kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya başlarlar. İngiltere, Hindistan’ı sömürgeleştirirken Hint Müslümanlarının olası bir karşı koymalarını engelleyecek belgeyi “İslam Halifesi” sıfatıyla Abdülmecit’ten almakta gecikmeyecek; Amerika, İspanya ile savaşırken Filipin Müslümanlarının kendi tarafını tutmaları için, yine “İslam Halifesi” sanıyla Abdülhamit’ten aldığı fermandan yararlanacaktır. Hele 1876 Anayasası’na “İslam âleminin başı, bütün dünya Müslümanlarının koruyucusu olan bir halife” sanının yerleştirilmesi, bu yararlanmaları arttırır. Buna karşı, Birinci Dünya Savaşı’na katılan Osmanlı Devleti’ni gereken cephelerde desteklemeleri için, halifenin yaptığı çağrıyı (cihadı) dünya Müslümanları, Hristiyanların yanında yer alarak yanıtlarlar.
İnsanlık Dışı Davranışlar…
Örneğin, Filistin Cephesi’nde Araplar, İslam Halifesi’nin yardım çağrısını İngilizlerle birleşip halifenin ordusuna karşı savaşarak yerine getirirler. Halifenin askerlerine bu Müslümanların yaptığı -düşman İngilizlerin bile dayanamadığı- insanlık dışı davranışlar tüm belgeleriyle tarihe geçmiştir. Bu durum, evrensel bir halife ve sözüm ona evrensel bir ruhani yetkinin ne kertede yapay ve zorlama olduğunun ete kemiğe bürünmüş bir göstergesidir.
KAYNAKÇA
1) İbni Haldun, Mukaddime, Cilt: 1, Onur Yayınları, Ankara
2) Arnold Toynhee, Türkiye, Milliyet Yayınları, İst. 1971