Eski Milli Eğitim Bakanlarından Reşit Galip Öldüğünde Cebinde Sadece 5 Lira Vardı
Sevgili Okurlar,
Reşit Galip 19 Eylül 1932’de Milli Eğitim Bakanı oldu. Aslında Milli Eğitim Bakanlığına getirilmesi bile başlı başına bir devrimdi. Kendisinden önceki Milli Eğitim Bakanı Esat Bey’in temsilcisi olduğu eski kuşak, tabiri caizse “dar kafalı” bürokratların yerine Reşit Galip gibi Atatürk’ün devrimci felsefesini kavramış, eğitimi her türden gericilikle mücadele ederek Türk toplumunu daha ileriye götürmek olarak tanımlayan yeni genç bir kuşağın bayrağı devralmasının simgesiydi.
O dönem Darülfünun olarak bilinen kurum, bir üniversiteden daha çok medreseyi andıran, Atatürk Devrimlerini kavramaktan çok uzak Osmanlı döneminden kalma profesörlerin kontrolündeydi. İstanbul Üniversitesi’nin kuruluşu sadece bir isim değişikliği değil, bir zihniyet devrimiydi. 1933 Üniversite Reformu olarak bilinen bu devrim, 31 Mayıs 1933’te İstanbul Üniversitesi’nin açılışında dönemin Milli Eğitim Bakanı olarak Reşit Galip’in yaptığı şu konuşmadan anlaşılabilir:
“Dünya, uzaktan bakanların gözlerini karartacak surette ileri gidiyor. Biz bir çıkmaz içinde yarı boşuna çabalayan bir irfan cihazı ile daha yüz asır, ileri gidenlere yetişemeyiz. Geri kalanlar hayat haklarını günden güne kaybetmeye mahkum olanlardır.”
Reşit Galip işte bu devrimci ruhla göreve gelmişti. Ve yeni üniversiteyle hedefini şu şekilde ortaya koymaktaydı:
“Beş on yıl sonra fakültelerimizin çıkaracağı kitaplar, dergiler, yeni buluşları, yeni araştırmaları bütün dünyaya yayacaklar, dünya bilginleri eserlerinde bizim yayınlarımızı da kaynak gösterecekler. İşte benim ülküm budur.”
Sevgili Okurlar,
Gerçekten de Üniversite Reformu’na kadar Darülfünun, bir bilim kurumu olmaktan çok, yurt dışındaki bilimsel eserlerin çevrilip ezberlendiği bir kuruluşa dönmüştü. Reşit Galip’in ifadeleriyle:
“Profesör bir takrir (tekrarlama) makinesi değil, talebeye ilmi ilhamlar veren, rehberlik eden, onun çalışma ve araştırma şevkini daima coşkun tutabilen kaynaktır. Hakiki profesör kendisi de ilmin talebesi olandır. Yeni üniversitenin en esaslı vasfı milliliği ve inkılapçılığıdır. Türk inkılap ideolojisini yeni üniversite işleyecektir.”
Üniversite Reformu’yla birlikte hedeflenenler yine Reşit Galip’in ifadeleriyle şunlardır:
“Bugün kuruluşu başlayan İstanbul Üniversitesi’nin dünkü İstanbul Darülfünunu ile hiçbir münasebeti yoktur. Üniversite yeni bir müessesedir. Ananesi kendisi ile başlayacaktır. Yüksek ilim ve ihtisası kendi bünyesinde yaşatan ve yaratan bir uzviyet olacaktır. Yeni üniversitemiz hakikatleri araştırmak ve derinleştirmek, bilgiyi derlemek, yükseltmek ve yaymak gayeleri güder. (…) Velhasıl yeni üniversite, içinde çalışacak birkaç yüz kişi için kurulmuş lüks bir tesis değildir. Milletin, cumhuriyetin, devletin, inkılabın en hayati, en temelli maksatlar ve ihtiyaçları için bel bağladığı, yarının devlet ve millet adamları olacak gençliği, kaybedilmiş asırları kazandıracak şekil ve ruh kuvvetiyle yetiştirmek vazifesini başarmak için kurduğu kudretli bir irfan yurdu olacaktır. Mustafa Kemal Türkiye’si, bugün Gazi Şefi’nin elinden kuvvetli bir armağan daha alıyor. İstanbul Darülfünunu kapanmış ve İstanbul Üniversitesi açılmıştır. Yaşasın Üniversite!”
Bir başka konuşmasında ise şöyle diyecektir Reşit Galip:
“Yalnız ders okutulan, ilmi-fenni, araştırmalara ve çalışmalara hiç denecek derecede yer veren bir Darülfünun ile hiçbir zaman Türklerin öz malı bir ilim yaratılamaz. Ve Türk milleti yabancılara ait ilmi telakkilerin haraçgüzarı olmaktan kurtarılamaz.”
Dolayısıyla Üniversite Reformu aynı zamanda milliyetçiliğin bir gereği ve Türk bilimini yabancı emperyalist saldırılardan kurtarmanın ve Türk insanının kendi ihtiyaçları ve çok daha önemlisi olarak kendi kafası doğrultusunda yeniden yaratmak için gerekliydi. Türk’ün sıkıntılarına, Türk’e özgü bir yanıt veremeyen bilimin Türk’e ve Türkiye’ye ne faydası olabilirdi ki? “Türklerin öz malı bir ilim yaratmak” Reşit Galip’in en önemli amacıydı ve Atatürk devrimciliğini ne kadar iyi kavradığının bir kanıtı…
Bu kimliğiyle Reşit Galip o dönem Atatürk’ün en büyük sıkıntısı olan “kendisini anlayan” kadrolara sahip olamamak gibi önemli bir meseleyi en azından Milli Eğitim alanında çözmüş oluyordu. Atatürk’ü iyi anlamış tek bir devrimci kadronun bile Milli Eğitimi baştan yaratabileceğini göstermişti Reşit Galip…
Tabii, üniversitenin kuruluşu bir bina değişikliği değil kadro ve zihniyet değişimidir. Bu devrimin 1933 yılına kadar sarkmasının en önemli nedenlerinden birisi 1927-30 yılları arasında eğitim görmeleri için devlet bursuyla yurt dışına gönderilmiş 500’ü aşkın öğrencinin birer akademisyen olarak Türkiye’ye dönmesinin beklenmiş olmasıdır.
Nitekim Üniversite Reformu’yla birlikte Darülfünun kadrolarında önemli bir tasfiye gerçekleşti. Toplam 240 öğretim üyesinden 157’si görevinden alındı. Tabii oluşan büyük boşluk, sadece yurt dışından gelecek yeni Türk akademisyenlerle doldurulamazdı.
Sevgili Okurlar,
Bu sıralarda, Türkiye’nin büyük bir şansı da vardı. 1933 yılı Hitler Almanya’sında Nazi faşizminin saldırganlaştığı bir dönemdi. İlerici görüşleriyle bilinen ya da sadece Yahudi oldukları için görevlerinden alınmış yüzlerce öğretim üyesi vardı. Atatürk’ün de onayıyla Reşit Galip, Hitler’in aforoz ettiği bilim adamlarını Türkiye’ye davet etti. Aslında çok bilinmeyen bir gerçektir, İngiltere, Fransa, ABD gibi ileride İkinci Dünya Savaşı’nda Hitler’le savaşacak ülkeler de dahil olmak üzere hiçbir ülke Hitler’in zulmünden kaçan Alman bilim adamlarına kapılarını açmadı. Bir kısmı Almanya’yla “dostlukları”nın zarar görmesinden çekiniyordu, bir kısmında da Yahudi düşmanlığı Almanya kadar olmasa bile son derece etkindi. Dünya devletleri, Hitler’in zulmüne hep seyirci kalıyordu. Ancak Türkiye bu konuda cesur ve atak davrandı, onlarca ünlü bilim adamı bu sayede Türkiye’de özgürce bilim yapma olanağına kavuştu.
O dönem Türkiye’ye davet edilen ve kadrolu olarak İstanbul Üniversitesi başta olmak üzere Yüksek Mühendis Mektebi (sonradan İTÜ) ve İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde (sonradan Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi) yaklaşık 70 bilim adamı görev aldı.
Reşit Galip yurtdışından gelen bilim adamlarının İstanbul Üniversitesi’ne kabul edildiği törende bu durumu şöyle anlatır:
“Bugün alışılmışın da dışında, örneği gösterilemeyecek bir iş yapabildiğimiz bir gün oldu. 500 yıl kadar önce İstanbul’u kuşattığımız zaman Bizanslı bilginler İtalya’ya göç etmişti ve buna engel olamamıştık. Bu bilginlerin büyük çoğunluğu İtalya’ya gitti. Sonuç olarak Rönesans gerçekleşti. Bugün Avurapa’dan bunun karşılığını alıyoruz. Ulusumuzun yenileştirilmesini umut ediyoruz. Bilim ve yöntemlerinizi getirin, gençlerimize bilginin yollarını gösterin. Size teşekkürlerimi ve saygılarımı sunarım.”
Almanya’dan gelen bilim adamlarına 500 ile 800 lira arasında bir aylık bağlandı. Bu o dönemki milletvekili maaşının üç katından fazlaydı. Tabii sadece dolgun bir maaş değil, her tür sosyal güvence ve devlet himayesi garantisi de sağlandı.
Ve en önemlisi, bu bilim adamlarına bırakın Almanya’yı Avrupa ve ABD’de de bulamayacakları kadar geniş bir özgürlük alanı da tanındı. Türkiye’ye gelen bilim adamlarından Prof. Schwartz anılarında Atatürk Türkiye’si için şu tanımı yapacaktır:
“Batı’nın pisliğinin bulaşmadığı harika bir ülke keşfediyorum.”
Hem üniversitenin yeniden inşasının getirdiği coşku, hem de yabancı profesörlere tanınan bu ayrıcalık ve özgürlükler, 1933’te Türkiye’de büyük bir bilimsel devrim yaşanmasını sağladı. İstanbul Üniversitesi kısa sürede dünya çapında bir bilim yuvasına dönüştü. Almanya’dan gelenler, tıptan iktisada, hukuktan mantık ve felsefeye, edebiyattan psikolojiye, tarihten fiziğe, şehir plancılığından zoolojiye, pek çok farklı alanda kendilerini tüm dünyaya kanıtlamış değerli bilim adamlarıydı. Türk bilimi o dönemde adeta bir Altın Çağ yaşadı.
Sevgili Okurlar,
Reşit Galip, gerek Darülfünun eski gerici kadrolarının temizlenmesinde gerekse yurt dışından gelecek bilim adamlarını belirlenmesinde ve “ikna edilmesi”nde Milli Eğitim Bakanı olarak baş sorumluydu. Bugün Türkiye’de bilimden söz edebiliyorsak, bunu esas olarak 1933 Üniversite Reformu’na ve tabii ki bu reformun mimarı Reşit Galip’e borçluyuz.
26 Eylül 1932’de Dolmabahçe’de Atatürk’ün huzurunda toplanan Birinci Türk Dili Kurultayı’nın açılış konuşmasını yapan Başkan Samih Rıfat’tan sonra ilgili bakan olarak söz alan Reşit Galip şunları söylemişti:
“Türkiye Cumhuriyetinin Şanlı Reisi, Türk İrfan âleminin dâhi Başbuğu Gazi Mustafa Kemal Hazretlerini, Türk Dili Kurultayı’nın mümtaz ve muhterem âzalarını derin saygılarla selâmlarım. (alkışlar)
1919 Mayısının 19’unda, yani Reis’in Samsuna çıkışından beri Millî istiklâl savaşı içindeyiz. Askerî, siyasî, adlî, hukukî, malî, iktisadî, hattâ karantina idareleri dolayısıyla sıhhî sahalarda savaşımız, tam, mutlak, kat’î ve edebî kurtuluşa vardı.
Son dört yıldır, 9 Ağustos 1928 Sarayburnu hitabesiyle, millî kültürün ana temel unsurları üzerinde inkilâp ve ıslâhat pençeleşmesi başlamış bulunuyor. Lâtin harflerinin alınışı bu sahadaki zaferlerden birincisi oldu. Büyük Reis’in himayesinden şeref ve mütemadi irşatlarından ışık alan tarih mesaisi, millî tarihin kalbini kanatan iftira ve husumet dikenlerini temizledi. Şimdi, ruhumuzun kubbesinde onun yeniden çınlayan sesi bize diyor ki:
“Millete verdiğimiz söz daha yerine gelmedi, millet huzurunda içtiğimiz and daha tamam olmadı. Millî kültür toprağı yabancı unsurlardan henüz kurtulmadı. Türk dili kendi asîl benliğini bulmadı. Onu sevgi ile ve şefkatle kucaklayın, onu yeniden ana südü ile emzirerek taze, çoşkun ve ölümsüz hayata eriştirin” (alkışlar)
Birinci Türk Dili Kurultayı, çağıran ve vazife gösteren bu hitabın millet göğsünden aksetmiş cevabıdır.
Bizlerin, yani dünkü ve bugünkü şartlar içinde okumuş ve yazmışların konuştuğumuz ve bilhassa yazdığımız dile Türk dili demekte hakikî tereddüdüm vardır. 17 milyon Anadolu Türkü içinde ancak yüzde ona varabilecek bir zümrenin anlıyabildiği dile Türkçe denemez. Selçuklardanberi 8 asır süren şaşkın bir inat ile şuursuz ve kozmopolit bir dalâletle Türkçe, bizzat Türkler tarafından ölüm çukuruna sürüklendi. Çok defa, hiçbir mecburiyet olmaksızın kapitülâsyon bağışlayan Osmanlı diplomatları gibi, Osmanlı müellifleri, şairleri, edipleri, âlimleri de yabancı istilâsına karşı Türk dilinin kapısını ardına kadar açtılar.
Besim Atalay Bey: “Çok doğru”
Reşit Galip Bey (devamla) – Böylece dilimiz Türkçe olmaktan çıktı, içinde pek az Türkçe kelimelerle bazı Türkçe kaideler bulunan bir Osmanlıca, bir yeni dil oldu. İnkılâp idaresinin Osmanlı idaresinden teslim aldığı ümmiler yekûnun korkunç fazlalığına sebepler aranırken, Osmanlıca denilen ve bugün hâlâ devlet idaresinde ve fikir cereyanlarında sayısı az Türklerin anlaşma vasıtası olmakta devam eden bu yeni ve yabancı dili, Türk milletinin benimsemekten istinkâf etmiş olmasını dahi gözde tutmak pek yanlış sayılamaz.
Son asrın muhtelif zamanlarında yapılmış süreksiz veya mahdut tesirli tecrübelerden sonra, son yirmi iki yıllı Türkçülük cereyanının gittikçe artan ve genişleyen saflaştırma gayretlerine rağmen bu dil hâlâ türkçeleşmedi.
Millete hâlâ yüzde yetmişinin anlamadığı bir dille hitap ediyoruz. Boyunduruğu kanat olarak kullanmak tecrübesi sekiz asır sürdü. Kasırga hoyratlığı ile giren yabancı kaide ve kelimelerin ezici yüklü altında dilimizin ruhu felce uğradı ve hayatı cendere içinde kaldı. Uzak ve derin mazilerdenberi ilim ve san’atın cömert kaynağı ve zengin ifade vasıtası olan Türk dili muammalarla dolu divanlara, en çetrefil tabirler, terkipler ve ıstılahlar sergisi kitaplara, ölmeden gömüldü…
Dilimize gene kendimiz tarafından sokulmuş olduğunu söylediğimiz Arap ve Fars kelime ve kaidelerinden şikâyetimiz, Arap ve Fars milletlerine veya dillerine karşı sevgi ve saygımızın eksikliği şeklinde tefsir edilemez. Herhangi bir milletin asîl ruhlu, hakikî milliyetperverleri, bizim gayretlerimizin başkaları için mutaarrız olmayan, ancak Türk Milletine ilmi, irfanı anlıyabileceği bir dille sunmaktan ibaret bulunan mânasını kolaylıkla sezerler ve takdir ederler. (bravo sesleri, alkışlar)
Son asırlar medeniyetinin hayret verici bir yürüyüşle ileri gidebilmesi, okuma ve öğrenmenin umumî ve demokratik bir müessese haline gelmiş olmasındadır. Bugün ilimler, fenler eski devirlerde olduğu gibi pek saygılı adamlara münhasır kalmıyorsa bunun en başta gelen sebebi her yeni bilginin yayılmasında ve öğrenilmesindeki kolaylıktır. Bunun vasıtası yalnız mektepleri arttırmak, yalnız halkı okutmak değil, ondan daha evvel halka kendi dili ile öğretmeyi temin etmektir. Osmanlıca ile ilişiğimizi bir an evvel kesmek, millî kültürün istikbali için kat’î bir zarurettir. Anadolu’da halk konuşma dilinde yaşadığını mütehassısların temin ettikleri belki seksen bin kelime bu işe temel olabilir. Eksikler, başka lehçelerde, eski yazma vesikalarda bulunacak kelimelerin Türk şivesine uygun şekilleri ile tamamlanmalı, yabancı dillere, ancak bunların hiç birinde karşılığı bulunamıyacak mefhumlar için müracaat edilmelidir.
Bunun daha geniş mütalâası, selâhiyetli dil âlimlerimize ve gidilecek yol hakkında kat’î karar Kurultaya aittir.
Birinci Türk Dili Kurultayının muhtemel âzaları!
Kararlarınızın bütün hükûmet teşkilâtı tarafından, bütün imkân vasıtaları ile tatbikine çalışacağını size resmen arz etmeğe Başvekil İsmet Paşa Hazretleri tarafından memurum. (alkışlar) Bu şeref verici vazifeyi memnuniyetle ifa ederken Devlet, Hükûmet ve Millet tarafından el birliği ve fikir birliği ile kavranmış işlerin en kısa zamanda, muvaffakiyete ereceğine, sınırsız göklere doğru yorulmaz kanatlar açacağına derin bir inanışla inandığımı söylemek isterim. (alkışlar) Türk dilinin, Türk Milleti tarafından kurtulacağından şüphe edenlerin, Türkdilinin aslî zenginliğini, aslî haşmet ve âzametini tekrar kazanacağına inanmayanların millet hafızasının cehenneminde dünyanın sonuna kadar yanacaklarına inandığımı söylemek isterim. (alkışlar)
Kurultayınız bir kuvvet olarak doğuyor. Dilimizin feyizli toprağında yeşeren bu kuvvet, gittikçe büyüyecek ve az zamanda şeref başaklarının hasadına başlayacaktır. Uzun asırlar durmuşuz. Fakat artık durmak mefhumunu millî hayatın sırtından atmış ve durdurulmaz diye anılacak yürüyüşe geçmiş bulunuyoruz.
İleri atılma aşkımız her sahada harp nizamına geçmiş ordular halinde görünüyor. Hakikî hayattan ve hayatlı hakikatten doğan ihtiyaç bize dünyada en ileri ve en kuvvetli millet olmak hedefini gösteriyor. Siz bu hedefe yürümekte ve yürüyecek millî ideal ordularından birini, en şanlılarından birini temsil ediyorsunuz. Kültür ordusu, Başkumandanın ve bugünkü toplanış ve açılış ile millî tarihe ebediyen kutlulanacak bir gün kazandıran Kurultayınızın ulu varlığı önünde saygı ile baş eğerim” (sürekli alkışlar)
Sevgili Okurlar,
Dr Reşid Galip,Kurultay devam ederken basına yaptığı açıklamada ise, “Kuşkusuz Atatürk’ten aldığı destekle, halk dilinde yaşayan sözcüklerin altı ay gibi kısa sürede derlenmesine çalışılacağını başta Milli Eğitim ailesi olmak üzere tüm devlet kuruluşlarının buna yardımcı olacaklarını ayrıca bir Osmanlıca-Türkçe Sözlük hazırlanacağını, öte yandan kurumdaki bilimsel heyetlerin de özellikle terimler üzerinde durup buna ilişkin kuralları belirleyeceklerini” açıklamıştı.
Bakan olarak, “Türk Dili Söz Derleyicilerine” başlığıyla yayımladığı genelgede Türkçe’nin aslında varolan zenginliğini ortaya çıkarmanın zorunlu olduğunu belirterek onları Atatürk’ün Maarif Ordusu dediği kurtarıcı orduda görev almaya çağırmıştı.
Gerçekten de yurt çapındaki Söz Derleme çalışmaları öğretmenlerin yurt düzeyinde bu çabaya yürekten katılmaları ile sürdürülebilmişti. Bir süre sonra kurucu Başkan Samih Rıfat vefat ettiğinde (3 Aralık 1932), Reşit Galip, kurum tüzüğünün 4. maddesine göre, o zamana kadar “Onursal Başkanı” bulunduğu Türk Dil Kurumu Başkanlığını da üzerine almıştı.
Kurumda kendisiyle birlikte çalışan İbrahim Necmi Dilmen’in belirttiğine göre, derin bir dil bilgini olmamasına karşın sezgisi ve zıt düşünceleri ortak bir doğrultuda birleştirme yeteneğiyle dil devriminde “inanlı bir işadamı” rolü oynamıştı. Reşit Galip’in Milli Eğitim Bakanlığına getirilmesi kamuoyunda olumlu karşılanmıştı.
Burhan Belge yeni bakandan geniş kapsamlı ve kısa sürede sonuç verecek bir terbiye (eğitim) planının beklendiğini söylerken, Falih Rıfkı Atay, kökü köyde ve halkın bağrında olmayan hiçbir rejimin sağlam olamayacağını belirterek eğitim öğretimin köye ve halka götürülmesi gerektiğini belirtmişti.
Burhan Belge ise, yeni bakandan kültür ve bilim adına beklenen hizmetleri: Yeni Üniversiteyi Kurmak – Laik ve İnkılapçı Terbiyeyi hayat haline koymak- Mektepte Müsbet Kafayı her şeyden üstün tutmak diye sıralamıştı.
Köycülüğü esas alan Reşit Galip de verdiği ilk demeçlerde öğretimin her aşamasında köklü değişiklikler yapmak için çalışmalara başlandığını, her köyde okul açmaya olanak bulunmadığından Yatılı Köy Pansiyonları sayısının artırıncaya çalışılacağını, Diyarbakır, Gaziantep ve Antalya’da da yeni liseler açılacağını söylemişti.
Sevgili Okurlar,
Kısa bir süre sonra da başkent Ankara’da Milli Müze, Milli Kütüphane ve İlimler ve Sanatlar Akademisi gibi 3 önemli kurum açmayı kararlaştırdıklarını belirtmişti. Milli Müze’nin bir Anadolu Müzesi olması ve kazılarda çıkartılan Hitit dönemi bulgularının orada sergilenmesi öngörülmüştü.
Böylece günümüzde dünyanın sayılı müzeleri arasına giren Anadolu Medeniyetleri Müzesi onun bakanlığı döneminde tasarlanmıştı. Milli Kütüphane’nin bir milyon kitaplık bir derlemeyi içerlemesi kararlaştırılmıştı. Bilimin ve güzel sanatların desteklenmesi, geliştirilmesi ve bu alanda çalışanların ödüllendirilmesi için açılması gerekli görülen İlimler ve Sanat Akademisi’nde ise yine 9 rakamının uğurundan esinlenerek 9 şube bulunması yeğlenmişti. Ancak bunlardan Milli Kütüphane yıllar sonra 1948’de kurulabilmişti.
Akademi’ye gelince, bu konuda değişik adlarla yapılan girişimlerden sonra Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) kurulmuştur (1991). Ancak bunun, Reşit Galib’in öngördüğü Bilim ve Sanat Akademisi’nin kapsam ve niteliğinde olmadığını belirtmeliyiz. Bir ülkü ve ideal adamı olan Reşit Galip, Milli Mefküre (Ulusal Ülkü) Parolası başlıklı yazısında Atatürk’ün öncülüğünde belirlenen 6 ilke’nin,Türk ulusunun “Medeniyet safında en ileri olmak” yolundaki istencinin ve özleminin yansıması olduğunu vurgulayarak bunların gerekçelerini ve amacını açıklamaya çalışmıştı.
Ona göre, yeni devlette devlet başkanlığı hanedana ya da anayasa ile verilen verasete dayanmadığı için Türk ülkücülüğü doğal olarak Cumhuriyetçi olacaktı. Türk ulusunun refah ve saadeti için çalışma bütün insanlığa da hizmet etmek olduğundan bu ülkü Milliyetçi demekti. Halkçılık,ulusu sınıflara bölmeden bütün cihazları ve hücreleri sağlıklı normal bir vücut olarak ileri götürme ve yükseltme amacına yönelikti. Türk ulusunun binlerce yıl onurla tuttuğu en ileri sırdan bir kaç yüzyıldır geri atan siyasal nedenlerin en suçlusu, din ile dünya işlerinin muhafazakârlık ve taassup lehine birbirine karıştırılması olduğu için Laiklik devrim ilkeleri içinde büyük önemle yer almıştı.
Devletin ve bireyin çalışma alanları belirli sınırlar içinde ayrılmakla birlikte, kaybedilmiş olan mesafenin çabuk kazanılması için bütün devlet güçlerinin gerekli alanlarda ulusal yükseliş amacı emrine verilmesi gerektiğinden Devletçilik ilkesi benimsenmişti. Nihayet, devrimciliğin dinç ve atılgan ruhu hasta, gerici ve kararsız olan evrimci (tekâmülcü) ruhla sürekli çarpışma halinde olmadıkça dünya yürüyüşünde ön sıraya geçme olanağı bulunmadığından, Gazi Mustafa Kemal kuşağı Devrimci olmuştu.
Bu değerlendirmelerden sonra Reşit Galip yazısını Türk devrimi ülkücülüğünün cennetine ancak topluma samimi ve özverili ruhla hizmet etmek yolundan girilebileceğini belirtmekteydi Bütün bunlar için yeni kuşakların bu ideallere ve ilkelere inanmış aydınlar olarak yetiştirilmesi gerekirdi. Bu görev de Milli Eğitim Bakanlığına düştüğünden Reşit Galip ilkokuldan başlayarak öğrencilere bu ruhu aşılamaya yönelmişti. Cumhuriyet 10. yılını doldururken 23 Nisan 1933 sabahı çocuklarına kendi yazdığı bir andı okutmuş ve o gün Çocuk Haftasının açış konuşmasında da bu metni tekrarlayarak şunları söylemişti:
“Çocuklar!
Bilirsiniz, daha iyi bilirsiniz ki, her Türk çocuğu anasının, babasının olduğu kadar milletinindir, budununundur. Sizin sağlığınıza, sizin çalışmanıza, sizin budun ülküsüne ve törelerine uygun yetişmenize ananız, babanız kadar bütün Türklük yürekten bağlıdır. (…)
Büyük Türk yarınını yapıcıları arasına girmek için, şimdiden hazırlanın güzel çocuklar! Daima kulağınızda çınlasın ki, çalışkan olmayan Türk sayılamaz, ahlakı olmayan Türk olamaz!
Şimdiden bağırarak söylüyorum ki, sizlerden çalışmayanlar, millet işlerinde kendi paylarına düşecek olanları en iyi yapmak için bugün en iyi yetişmeğe kulak asmayanlar, bizim yarınki düşmanlarımızdır! (…)
Budunlar içinde bir ve eşsiz Türk’ün güzel yüzlü, güzel özlü çocukları!
Türklüğün büyük yarını sizin görünüşte mini mini, dayanıksız; fakat hakikatte acun yapısı kadar sağlam ve dayanıklı omuzlarınızdadır. Bunu düşünün, bilin, anlayın ve bir an bile unutmayın!
Size bugün şu işi veriyorum. Bayramınız biter bitmez, mekteplerinize döndüğünüz ilk günden başlayarak birinci derse girdiğiniz zaman sınıflarınızda hep birden ve her gün şu sözleri tekrarlayacaksınız”
Ve bu konuşmasının ardından “Andımız”ı okur. “Andımız” yıllar içinde şu şekilde gelenekselleşir:
“Türk’üm, doğruyum, çalışkanım.
Yasam; küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir.
Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir.
Ey Büyük Atatürk!
Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime and içerim.
Varlığım Türk varlığına armağan olsun!”
(30 Ağustos 1972’den itibaren de sonuna “Ne mutlu Türk’üm diyene!” de eklenmiştir)
Cumhuriyet’in 10. yılından başlayarak okullarda her gün hep bir ağızdan okunan bu andımız, ne yazık ki Türk düşmanı uygulamalar sebebiyle kaldırılmıştır.
Sevgili Okurlar,
Reşid Galip eşi Zübeyde Hanım’ın deyişiyle, “deli gibi çalışmaktadır” ama ayarsız dili yüzünden, her gün işine giderken cebinde istifa mektubunu da taşımaktadır..
O, Gazi’ye “Paşam”; Gazi de ona “Doktor” diye hitap eder.. Sevmektedir, bu sözünü sakınmayan genci..
Bir gece sofradan ayrılırken, Atatürk “Seni eve ben bırakacağım” der.
Eve geldiklerinde, o da saygısından “Ben de sizi uğurlayacağım Paşam” diyerek, arabası olmadığından, yürüyerek Atayı uğurlar. O gece hava çok soğuktur. Reşid Galip’de zatürre işte o gece başlamıştır.
1933 yazında, bir deniz kazasında kızını kurtarayım derken akciğerlerini hepten üşütür. Hastalığı artamaya başlar. Bu arada üzerinde ısrarla durduğu üniversite reformu yasasının yürürlüğe girmesi söz konusudur. Ancak o yıllarda zatürre ve arkasından gelen verem hastalık süreci ağır geçen genelde ölümle neticelenen bir hastalık durumundadır. Reşit Galip hastalığının artması üzerine 13 Temmuz 1933’te Bakanlıktan ayrılmıştır.
Reşid Galip bir yandan da üniversite kadrolarının aydın milliyetçi yeni gençlerden oluşması için çabalarken bünyesi zayıf düşmüş vücudunun hastalıkla mücadele edecek direnci kalmamıştır.
Nitekim o dönemde Bakanlık müfettişlerinden olan Hasan Ali Yücel, Reşit Galib’in üniversite kadrolarının belirlemeye girişmekle ateşle oynadığını ve menfaatleri tehlikeye girenlerin politikada destek aradıklarını bu sebeple Reşid Galip’in yıprandığını belirtmektedir.
Başbakan İnönü onun istifasıyla boşalan görevi vekaleten Sağlık Bakanı Refik Saydam’a vermiş, bir süre sonra da Y. Hikmet Bayur bakanlığa getirilmişti. Talim-Terbiye Kurulu Başkanı İhsan Sungu, Reşit Galib’in beklenmedik ayrılışının Bakanlıkta yarattığı dalgalanmayı, “Türk maarifine yaptığınız büyük hizmetlere her gün yeni bir başarı silsilesi katmakta olduğunuz bir sırada iş başından çekilmeniz herkese elem verdi” diye dile getirmişti.
Sevgili Okurlar,
Reşid Galip ölünceye kadar, yedi ay boyunca, Keçiören’deki bağ evinin kütüphanesine taşıttığı demir karyolasında kitap okur..
5 Mart 1934 tarihinde gözlerini yumduğunda 41 yaşındadır resimde görülen odada yıllarını vererek çalıştığı kitaplarından başkaca hiçbir serveti yoktur.Varını yoğunu Türklük ve Türkçülüğe hizmet için harcadığı için parası da yoktur. Öldüğünde cebinden sadece 5 lira çıkmıştır !..
Sevgili Okurlar,
Cenaze törenine çok büyük bir kalabalık katılmış ve Cebeci mezarlığında toprağa verilmişti.
Onun kaybı karşısında duyulan üzüntüyü çarpıcı bir değerlendirme ile dile getirenlerden Namık Edip Ambarcıoğlu şunları yazmıştı:
“Biz Necati’de (Mustafa) inkılabın en heyecanlı bir tutkunu, Reşit Galip’te bilgili inkılapçıların çelik ve mert iradesini kaybettik. Bunlardan ikisi de gençti, ikisi de yenen insan elinin yenemediği, yenemeyeceği oldu. Onlar Büyük Şef’im emrinde inkılabın birer serdengeçtisi gibi çalıştılar, birer Dumlupınar kahramanı gibi öldüler.”
Reşid Galip’i anlamak ve anlatmak için onu bizlere tanıtan kitabın yazarı Ahmet Şevket Elman’ın anısı ile hem bir örnek verelim:
“Bu kitap, ayni zamanda, kendisinden kitap parası istiyen bir üniversiteliye o andaki bütün para varlığı olan otuz lirasının yirmibeş lirasını, azlığından dolayı özür dileyerek gönderen insan Reşit Galip’e karşı, o eski üniversite talebesinin bir vicdan borcu olarak mukabelesinin ifadesidir”
Onun vefatı üzerine Mazhar Osman şunları söyleyecekti:
“Ani bir acı haber ile karşılaştık. Eski Maarif Vekilimiz Aydın meb’usu Dr. Reşit Galip bey gripten zatürree olmuş ve zatürreeden kurtulamamış. Bu haber cidden ciğersuzdur. Reşit Galip’ten bu vatan çok hizmet bekliyordu. O hizmetlerini yapmış değildi, yaptıkları onun hayati sahnede oynamağa kabiliyeti olduğu büyük rollerin proloğu idi. Ne yazık ki çabuk kapandı….
O hayatının baharını yeni bitirmiş, yazının en güzel zamanında idi. Ande Şeniye’nin dediği gibi son baharını ve kışını göremedi… Sanki o kısa hayatında başına layık olduğu ekili şerefi koymak için acele etti. Kırk yaşına gelmeden vekil olmuştu. On senelik cumhuriyet hayatında Reşit Galip mühim bir rükündü.
İnkılâbın ruhunu kavramış cumhuriyetin en sadık ve mert kahramanlarından biri idi. Onun bir yerde varlığı herkesin vicdanına huzur ve emniyet verirdi. Onun cesareti medeniyesine, mertliğine hayran olmayan yoktu. Tıbbiye’i Askeriyenin damı altında yetişmiş bir gençti, harp zamanında diplomasını almıştı. Genç tıbbiyelilerin pek çoğu gibi Türkçülük ideali ile de beslenmişti.
Türk Ocağı çocuklarındandı. Genç doktor en mütevazi memuriyetlerde bulundu. Kütahya’da kaza doktoru; Mersin’de hükümet tabibi… Anadolu hareketi bu ruhtaki ateşi canlandırdı. Artık Reşit Galip bir inkılapçı olmuştu. Tıp kitaplarından ziyade Türk tarihi, Türk harsı, Türk irfanı ile meşgul oluyordu.
Türkçülük siyasetine sarılmıştı. Tarihe ve edebiyata ait güzel yazılarını okuyorduk. Mektep sıralarından beri onun iffet ve faziletine şahit olan arkadaşları “çok okur, iyi düşünceli, namuslu, tok sözlü, mert ve pervasız, doğru bir adam” diye ikbali günden güne parlayan bu hükümet yıldızını methederlerdi.
Tıp tahsili ile hazırlanmış iyi bir hükümet adamı da kazanıyoruz diye pek haklı seviniyorduk. Nihayet o büyük irfan inkılabını Reşit Galip omuzuna yüklenmişti. Eski darülfünunu kapadı, yenisinin kadrosunu hazırladı… Genç yaşında ölülere karıştı. Ona da, ailesine de, kendisini sevenlere de, memlekete de çok yazık oldu”
Sevgili Okurlar,
Reşit Galip’in son sözleri “Hititler Türk’tür” olmuştur.
Rahmetli Atsız Hocamızın üniversitedeki asistanlık görevinden ayrılmasında payı olması sebebiyle Türkçü gençler tarafından kendisine tepki duyulduğu bir zamanda Reşid Galip’i ve hayatını incelemiş bir Türkçü olarak Reşid Galip’in vefatından önce söylediği “Hititler Türktür” sözleri bende derin etki uyandırmış, o dönemde Hint Avrupalı-İndo German- olarak kabul edilen Hititler üzerinde araştırma yaparken Hint Avrupalı kavimler üzerinde araştırmaya dalmıştım.
Batı’nın bilhassa son 300 yıldır insanları aldattığı kendilerinin bir “Hint Avrupa” kavmi olduğu Hint Avrupalıların Ari bir kavim olduğu şeklindeki iddiaları üzerinde uzun yıllar çalışmış neticede “Hint Avrupa” diye bir kavim bulunmadığını Anadolu kavimlerininde asıllarının Türk olduğunu kaynaklarıyla tespit etmiştim.
ABD ile 1945 başlayan yılında başlayan ikili anlaşmalar sırasında yapılan eğitim anlaşması gereği uygun görüldüğü ölçüde milliyetçilik yapılmasına izin veriliyor.
Bu gün Eskiçağ Anadolu kavimleri, akademisyenlerimiz ve üniversitelerimizde yetişen gençlerimiz tarafından Türk kabul edilmiyor. Türkçü gençlerimize bile Eskiçağ Anadolu Tarihimiz öğretilmiyor, Hunlarla başlayan Moğollarla ortak bir tarih öğretiliyor!
Bizim gibi doğruları anlatmaya çalışanların başına ise onlarca kumpas örülüyor milli meselelerde uğraşı verilemez hale getirilmesi için elindeki her türlü imkân alınıyor. Allaha şükür sosyal medya imkânları ve milli meselelerde duyarlı kıymetli arkadaşlarımız var.
Daha önce de kısman değinmiştik ancak iki gündür anlattığımız çalışmamızla bir bütünlük teşkil etmesi bakımından bir sonraki yazımızda Nihal Atsız’ın tarih görüşünü anlatacağız.
Sevgiler Saygılar
TANER ÜNAL