Eşim Yakup Kadri…

Bu haber 1982 yılında dönemin gazetelerinde Nilgün Tarkan imzasıyla yayımlanmıştır.


Leman Karaosmanoğlu 8 yıl önce yitirdiğimiz bir edebiyat ustasını anlattı:

«Yakup yazarken çok titizdi. Stilistti. Ahenge dikkat ederdi.»

«Yazdıklarından hiçbirini beğenmememişti. Ama ‘Kiralık Konak’ın Seniha’sının önemli bir yeri vardı onun için. Seniha Hanım gerçekten yaşıyor muydu ne?»

«Hem bana bunları niye soruyorsunuz? Yakup’u tanıyan hanımları bulun, onlarla beni konuşun. Ben yalnızca karısıyım!»


NİLGÜN TARKAN

Mensur şiirleri, makaleleri, hikâyeleri, romanları ile tanınan “siyasette devletçiliği, sanatta devrimciliği ve realizmi benim­seyen” devrin önemli dergile­rinden “Kadro”nun kurucula­rından Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun ölümünün üzerinden sekiz yıl geçti. 1974 yılının Aralık ayında 85 yaşın­da iken ölen Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nu, 51 yıllık eşi Leman Hanım’ın ağzından dinlemek isteyince şu yanıtları aldık:

Yakup’la, ağabeyim Bur­han Belge vasıtasıyla tanıştık. Bir gün ağabeyim beni arka­daşlarının evine götürmek iste­di. “Benim işim ne? Ben niye gidiyorum?” dedim. “Canım, kardeşim olduğunu duymuşlar, seninle de tanışmak istediler” diye cevap verdi. Beraberce Falih Rıfkı’lara çaya gittik. Yakup da orada kalıyormuş. “Erenler Bağı” ve “Kiralık Konak” yazarı olarak kitaplarından tanıdığım Yakup Kadri’yle karşılaştım. Geldi yanıma oturdu. Konuşması hoş, sesi hoş… Biz sohbete başladık. Akşam evden ayrıldık. Bana bir mektup yazdı. Mektup hitapsızdı, benim de ona yaz­dığım mektup hitapsızdı çünkü hitap faslından hiç hoşlanmazdım. Bir yıl kadar mektuplaş­tık. Ben İstanbul’da iken o Ankara’da oturuyordu. Ben bir ara babama bir tezkere bıraka­rak Ankara’ya kaçtım. Berabe­rimde benimle birlikte büyüyen bir çocuk vardı. Amacım Ankara’da tedavi olmaktı. Yakup’a telgraf çektim, o da Ru­şen Eşref’lerin evinde kalıyormuş. Telgrafı Falih Rıfkı alıp Yakup’a haber ver­miş. Trenimiz istasyona girdi bir baktık karşılamaya kimse gelmemiş.

YAKUP SIRILSIKLAM

Kısa bir süre sonra Yakup sırılsıklam göründü. O zaman­lar pek vasıta olmadığı için Çankaya’dan gara lapa lapa kar altında yürüyerek gelmiş. Evlerine gittik. Ruşenler de karı-koca geldiler. Biz evin üst katında kaldık. Kaldığım süre­ de baktım sürekli oyun oynu­yorlar. Kâğıt oyunu. Remi mi diyorlar, öyle bir şey. Ben de değil oyun bilmek, kâğıdı tanı­mam bile. Evimizde kâğıt olma­dığından değil, —babaannem sekiz deste ile bezik oynardı— bilmediğimden. Ben de onlarla gece saat 11.00-12,00’ye kadar oturur sonra yatardım, sıkılır­dım da… Bir gün “Yakup” dedim, “Seni bana yanlış ta­nıtmışlar”, merakla “Nasıl?” diye sordu. “Hep çapkınlığın­dan söz edelerdi ama, sen aslında tam bir kumarbazmış­sın!” Hayret ve şaşkınlık dolu bir sesle bağırdı “Falih duyu­yor musun sevgilim neler di­yor?” Buna karşılık bana “Sen de biraz maymunluk var galiba” dedi. Bu kez ben şaşır­dım ama “Tabii değil mi? Hepimizde maymunluk vardır.” diye karşılık verdim. “Belli” dedi “Et yemezsin, meyve, sebze, salata yersin” Ne yapayım, Ankara’da o za­manlar keçi eti yeniyordu. Ben de ağzıma koymazdım. Yakup devam etti: “Sen de ördeklik de var, ördeklik…” Nedenini sormadım, çünkü biliyordum. Ben her gün banyo yapardım. Hatta şimdi ürtiker olduğu söylenen hastalığımı da ona bağlıyorlar. Çok yıkandığım için derimde yağ kalmamış…”

Yakup, yazarken çok titiz­di. Zaten yazısı rahat değildi, çok dikkat ederdi. Çünkü edebiyatçı idi. Stilistti. Ahenge dikkat ederdi. Yazdığını yüksek sesle okur, beğenmediği kelimeleri atar, yerine yenisini koyardı. Yakup yazdıklarının hiçbiri­ni beğenmemişti. Ama “Kiralık Konak’ın önemli bir yeri vardı onun için. Oradaki Seniha Hanım gerçekten yaşı­yor muydu ne? Hem bana bunları niye soruyorsunuz? Yakup’u tanıyan hanımları bu­lun, onlarla beni konuşun. Ben yalnızca karısıyım. Bakın Kültür Bakanlığı’nca yayınlanan “Atatürk” adlı ki­tabın ithafına “Canım karıcı­ğım, büyük ve asil aşkınla kalplerimizin bir kere daha bir­leştiği Atatürk’e dair bu kita­bım, bir parça da senin eserindir.” Görüyor musunuz? Ata­türk’e olan ortak sevgimizin güçlülüğünü… Mevhibe Hanım’a gittiğimde oradaki konuklardan birisi sor­du bana “Nasılsınız?” diye… Cevap verdim “Kâseye üç fiske vurun, ses getirecek biçimde. Fiskelerden ilki: Anadolu Ajansı meselesi. Yakup’un Anadolu Ajansı’ndaki hissesi kaldırıldı. İkincisi babam Asaf Bey’in Ermenilerle ilgili anılan beş yıldır Türk Tarih Kurumu’nda bekliyor, basılmak için. Daniş Tunalıgil’in öldürülmesi üzeri­ne, kurum bu hatıralan iste­mişti. Basılmadı, anlaşılan 20 şehit değil 100 şehit lazım bunların basılması için. Üçüncüsü, Atatürk’ü tanıtmak için bunca masraf edildi, dışandan insanlar çağrıldı, konfe­ranslar verildi, toplantılar dü­zenlendi milyonlarca lira dö­küldü. Bu para ile bizi tanıtan kitaplar basılmalıydı, “Yaban” basılmalıydı. örneğin, “Yabana” bakıp 500 yıl sonra Anadolu’yu anlamak mümkündür.