Dr. Tevfik Rüştü Aras Büyük Sarı Efe’yi Anlatıyor

O’nun yanında bunca yıl, milletime hiz­met etmiş olmanın şerefi; yoktan var edilmiş Türkiye’mizde, yetişen Türk Gençliği; herşeyin içinde, O’nun hâtıraları ile bezenmiş, cenne­tin bir bahçesinde yaşıyormuşum gibime geliyor. Ne büyük şeref Türk olmak, ne büyük şeref Mustafa Kemal Atatürk gibi bir insa­nın yanıbaşında, emirlerinde ve hizmetlerinde bulun­mak… Amma ben, biliyor musunuz, her Türk gencini, her Türk vatandaşını Atatürk’den bir parça sayarım. Böylelikle, O’nun yokluğu­nu, hiç değilse biraz olsun unutuyor, avunuyor, kendi kendimi mes’ut bir insan sayabiliyorum.

Tevfik Rüştü hatılarını anlatırken

Tevfik Rüştü Aras’dan Nakleden: Salih S. UYGUR, Ulus Gazetesi, 23 Nisan 1962

Doktor Tevfik Rüştü Aras… Millî mücadelede Atatürk’ün yanıbaşında… Sâdâbad Paktı’nı imzalayan; Rusya ve İran ile Türkiye arasındaki hududu çizen; Boğazlarda, Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin lâyık oldukları mevkii almalarını sağlayan; Ağrı Dağ’ını bize kazandıran; Montreux Anlaşması’nı imzala­yan; Balkan devletleri arasın­da işbirliğini, bir «Balkan Pak­tı» ile perçinleştiren; ilk Bir­leşmiş Milletleri teşkil eden Cemiyeti Akvam’da, Türkiye’yi temsil eden Atatürk’ün yanıbaşında 14 yıla yakın zaman Hariciye Vekilliği yapan, Ata’nın vefatından sonra, İkinci Dünya Harbi’nin en şiddetli devrinde memleketimizi İngiltere’de temsil eden Londra Büyükelçisi, Doktor Tevfik Rüş­tü Aras konuşuyordu… Her sözünde, her konuşmasında ay­rı bir tevazu vardı. Kendinden bir tek hareket, bir düşünce bile katmak istemiyor, «Ne ol­du ise, elbette ki Mustafa Ke­mal sayesinde oldu. Ben, onun emirlerini yerine getirmek şe­refine nail olabilmiş bir insa­nım» diyor ve, sonra ilâve edi­yordu:

– Soyadı kanunu çıktığı vakit, evvelâ bana, Atatürk eski Türk kavimlerinden birinin ismini soyadı olarak vermek istemişlerdi. Lüt­fettiler, ‘Aras nehri anlaş­ması, senin başarındır Tev­fik Rüştü’, dediler, ‘soyadın da Aras olmalıdır’. Onun, kendi kalemi ile yazdığı, soyadımı ihtiva eden vesi­ka, bakın, karşıda asılı du­ruyor. En tatlı hâtıralarımdan biridir.

Aras, geçmişi izlemek, ya­kından görebilmek amacı ile, gözlerini ufukta bir noktaya dikiyor, konuşmasına devam ediyor:

– Yokluk içerisinde bir memleket. Yok. Hiçbir şey yok. Tek bir şeyimiz vardı o günlerde. Bir millet ola­rak yeniden doğmak, yaşa­mak arzusu ve büyük ön­derimiz Mustafa Kemal… En ümitsiz, en yokluk devresinde Mustafa Kemal’in sarfettiği bir cümle, hepi­nizin, bütün Türk milleti­nin parolası olmuştu. «Hiçbir zaman teslim olmayaca­ğız. Hürriyetimize kavuşmadıkça, silâhlarımızı terk etmeyeceğiz. Türk Milletinin istiklâli uğruna, son neferime kadar çarpışmaya kararlıyım» demişti Mustafa Kemal. Muvaffak olmamasına imkân var mıydı.

BÜYÜK SARI EFE

– İstiklâl Savaşı’mız sona er­miş, işler yavaş yavaş yo­luna girmek üzere bulunuyordu. Hariciye Vekili idim. Bir gün, telâşla, ya­nıma Demirci Mehmet Efe geldi. Kolu sarılı idi. Heyecanlı heyecanlı konuştu:

– Tevfik Rüştü… Sana iltica ediyorum. Kolumdan vurdular. Artık bak, sırtımda eski Efe elbisesi yok. Ben, ipek gömlek giydim. Büyük Sarı Efe’ye söyle, beni leş kargalarına öldürtmesin. Ben, hemen silâhı­ma sarıldım, amma, korkak çaylaklar kaçtı.. Ya Büyük Sarı Efe beni korusun, ya­hut da ben başımın çaresi­ne bakayım.

Dr. Tevfik Rüştü Aras, eski günleri yad eden bir tebes­sümle, konuşmasına devam et­ti:

– Ben de, aynı elbiseleri, uzun müddet giydim. Çerkes Ethem’le, kardeşi Reşit’le ve adamları ile temas için, Mus­tafa Kemal beni göndermişti. Ne hazin tecellidir ki. Çerkes Ethem, kendi aklına göre uy­gun gördüğü yanlış yolda yü­rümüş ve memleket, millet yolunda faydalı bir insan olacak iken, muzır bir varlık haline gelmişti. Efeler arasında, Mustafa Ke­mal’in de ismi, Büyük Sarı Efe idi. Sarı Efe’den ayırt edilmesi için, kendisine, bir «Büyük» kelimesi ilâve edilmişti. Ve, ha­kikaten, Mustafa Kemal, bütün varlığı, canlılığı İle bir Efe, bir efendi, misal olacak cinsten bir Efe idi.

BİR İDDİANIN CEVABI…

Bir müddet evvel yayın­lanan, Çerkes Ethem’in hâtıralarında, Ethem’in, Mustafa Kemal ile son görüşmesini yaptığı Ankara görüşmesi esnasında, «Mustafa Kemali vurmak niyetinde idik, sonra vazgeçtik» şeklinde bir ifade kullandığını bana anlattılar. Bu görüşmede, ben de vardım. Ve, Ethem, hiç bir surette Mustafa Kemal’i vuramazdı. Zira, Mustafa Ke­mal, Ethem’den çok daha üs­tün ve süratli silâh çekip mu­kabele edebilecek kudrette bir insandı. «Hiç unutmam. Ethem, kardeşi Reşit ile beraber geldiler. Mustafa Kemal, istasyondaki küçük binada, ufak bir odada hasta olarak yatıyordu. Ethem ile Re­şit, içeriye girdiler, oturdu­lar. Mustafa Kemal, bir eli yastığının altında olduğu halde, hafifçe doğruldu ve onlarla uzun müddet gö­rüştü. Hiç şüphesiz, Musta­fa Kemal’in eli, silâhında idi. Benim de elim silâhımda idi ve en ufak bir hareket yaptıkları takdirde, kendi­lerinden daha evvel davra­nıp mukabele edebilecektik. Konuşma uzun sürdü ve maalesef, hiç bir sonuç vermedi. Çekilip, gittiler.

SÖYLEYENE DEĞİL SÖYLETENE BAK..

Ne kadar doğru sözdür. «Söyleyene değil, söyle­tene bak» demiş, atala­rımız. Dr. Tevfik Rüştü, eski Fransız Başbakanı, Dışişleri Bakanı Biand’ın bir hikâyesini anlatmaya başladığı anda, gayri ihtiyâri, bu söz bir kere daha aklımdan geçti:

– Yalnız Türkiye’mizde olup bitenler değil, fakat, ya­bancı memleketlerde yaratılmış bulunan yankılardan da tipik bir misal vermek isterim, diye konuşmasına devam etti. O günleri hatırladıkça, gözlerinin içinde canlanma, dudaklarında tatlı bir tebessüm beliriyordu:

– İstiklâl Savaşı’mız es­nasında, mâlûm, bir değil, bir çok cephede savaşmak gibi, hiç bir milletin karşılaşmadığı garip ve hazin olduğu kadar, pek çetin bir problemle karşılaşmıştık. Güney cephesindeki başarı­larımızdan sonra, Suriye ve Lübnan’da manda kurmuş bulunan Fransa, Türkiye ile, Büyük Millet Meclisi hükümeti ile temasa geç­ti. 1921 yılı yaz aynıda, Bri­and, Mustafa Kemal ile te­maslarda bulunmak üzere, Bouillon’un başkanlığında bir heyeti Ankara istikame­tinde yola çıkardı. Fakat, Bouillon, Sakarya’daki savaşın sonucunu bekledi. Galibiyetimizle sona eren bu savaştan sonra da Ankara’ya ge­lip görüşmelere başladı. Briand, uzak görüşlü bir in­sandı. Lloyd George politi­kasını tasvib etmiyor, Türklerin, er geç, hürriyetlerine kavuşacaklarına inanıyor­du.

BRİAND, BİZİ ARKADAN VURDU

– …Hikâyeyi uzatmayalım. Bouillon ile Ankara’da yapılan uzun görüşmeler, başarı ile sona erdi. Mandater Devlet Fransa ile Türkiye arasında, Suriye – Türkiye hududu tesbit edildi ve Güneydeki Adana cephesi or­tadan kalkmış oldu. Böyle­likle, biz de, tek bir cep­hede çarpışmak imkânını elde etmiştik. Amma, gelgelelim, başta Lloyd George olmak üzere, İngiliz Bası­nı, hattâ Fransa’da bir kı­sım gazeteler, «Briand, bizi arkadan vurdu. Dağbaşındaki haydutlarla, Mustafa Kemalcilerle anlaştı», diye feryadı bastılar. İşte, Briand’ın, bütün bu feryatla­ra karşılık verdiği cevabı, bir Türk olarak iftiharla hatırlıyor, gurur duyuyorum.

EĞER BURADA OLSALARDI…

Bir gün, bu konu, şiddetli münakaşalara yol açmış, Fransız Meclisi’nde de tepki­ler yaratmıştı. Bu­nun üzerine, azimli adımlarla kürsüye fırlayan Briand, kendisine hücum edenlere hitaben şu cevabı verdi:

– Dağ başındaki haydutlar olarak tavsif ettiğiniz kahraman Mustafa Kemal ve onun bütün askerleri burada olsalardı, teker te­ker, hepsinin heykellerini dikerdik. Böylesine kahra­man bir Milletle anlaşma imzalamış olmakla iftihar ediyorum. Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti ile anlaşmakla, Fransız askerlerinin boşu boşuna çarpışmalarını, kan dökmelerini ön­ledim. Türkiye’nin hürri­yetine yardım ettim. Dolayısıyla, Dünya barışına da hizmet ettim.

«LOTUS» HADİSELERİ VE TÜRK HAKİMİNE MÜDAHALE KONUSU

Aras, bir ara durakladı:

– Size, Atatürk’ün adalet anlayışını, Türk hâkimine verdiği değe­ri anlatabilecek bir hâtırayı nakledeyim… Bilmem yeryüzünde Atatürk gibi, Türk hâkiminin işine müdahale et­mektense, harp hazırlığı yapabilecek bir insan daha varol­muş mudur?…

POİNCARE’NİN ULTİMATOMU..

Bir gece Çankaya’da balo veriliyordu. Ata­türk, ben, zamanın ileri gelenleri, yukarıda bir odada oturuyor, baloya, muayyen bir saatte inmek üze­re beklerken, konuşuyor, çeşitli memleket meselelerini müza­kere ediyorduk. Tam bu sıra­da, Paris Büyükelçimizden, «Acele» kaydı ile bir şifre geldi. Şifre çözüldü. Fransa Baş­bakanı Poincare, ultimatom mahiyetinde bir nota göndermiş­ti. Tam metnini hatırlıyamıyorum, fakat, aşağı yukarı şu mealde idi.

Lotus isimli bir Fransız gemisi, Boğazlardan geçerken, bir Türk gemisine çarpmış, ge­miyi batırmış, bir miktar da insanın ölümüne sebebiyet vermişti. Duruma, derhal, ilgili Türk hâkimi müdahale etmiş, suçlu bulduğu Lotus gemisi sü­varisini de tevkif etmişti. Fransız hükümeti, adeta kapitülasyon devrinde yaşıyormuşuz gi­bilerden, derhal Fransız gemi­sinin ve kaptanının serbest bırakılmasını, aksi takdirde, Fransız harp gemilerinin, açık sularda yakalayacakları Türk gemilerini tevkif edeceklerini şiddetli bir lisanla ihtar edi­yordu.

Aramızda, zamanın Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt da bulunmaktaydı. Mahmut Esat bey, Atatürk’e, «Müsaa­denizle Paşam, dedi, İstanbul’a telefon edip meselenin içyüzü­nü öğreneyim». Fakat, Atatürk, buna da lüzum görmedi. Bizler, mesele hakkın­da en ufak bir fikre bile sahip değildik. Fakat, Atatürk, böylesine bir notaya cevap vermek için, hâkimden izahat almak ihtiyacını göstermedi.

– Lüzum yok, dedi. Türk hâkimi, lâzım gelen ne ise yapmıştır. Bizim, kendisine müdahale etme­mize, hiç bir suretle imkân yoktur.

Sonra, kısa bir istişareyi müteakip, acele olarak, şifre ile verilmesi kaydı ile, Fransız Hükümetine cevabını yazdır­dı:

«Fransız Hükümetinin göndermiş olduğu notayı, teessürle aldık. Türk Hükümeti, Fransız Hükümeti İle dostane münasebetlerin devamını, her zaman arzu­lar, bu dostluğa değer ve­rir. ‘Lotus’ gemisi hakkın­daki ultimatom mahiyetin­deki notanız karşısında, Türk Hükümetinin, hiçbir suretle Türk hâkimine ve Türk hâkiminin almış bu­lunduğu kararlara müda­hale edebilecek durumda olmadığını, Türk hâkimi­nin, her türlü müdahale­den azade olarak, istediği şekilde karar vermek salâ­hiyetinde bulunduğunu be­lirtmek isterim. Bu bakım­dan, ileri sürülen konu, Türk Hükümetini değil, Türk hâkimini ilgilendirir. Konu, adlî bir mesele ol­duğu cihetle, olsa olsa, Milletlerarası Lahey Adalet Divanında halledilmesi yo­luna gidilmek icap eder. Bütün bu iyi niyetlerimize rağmen, Fransız harp gemileri tarafndan Türk ge­milerine bir müdahalede bulunulduğu takdirde, Türk Hükümetinin, her türlü tecavüzü karşılamak için gerekli tedbirleri almış ol­duğunu arz ederiz.»