Devrim Şehidi Kubilay

Derviş Mehmet ve silahlı adamları, esrarlı sigaraları içip saat 06.20 ’de Menemen ’deki Müftü Camii’ne geldiler. Nalıncı Haşan, “inna fetahnaleke” ayetini okuyarak mihraptaki yeşil bayrağı aldı.

Müftü Camisi… Yobazlar, yeşil bayrağı buradan almıştı…

Namazdan sonra, yeşil bayrakla belediye alanına doğru yürüdüler. Tekbir getirerek halkı şeriata davet ettiler ve arkalarından 70 bin kişilik şeriat ordusunun gelmekte olduğunu söylediler. Yedeksubay öğretmen Kubilay, silahında mermi olmadığı halde silahlı yobazların karşısına tek başına dikildi, teslim olmalarını istedi. Kubilay’ı vurdular. Kubilay, yaralı halde Gazal Camii’nin avlusuna kadar geldi ve burada yığılıp kaldı. Derviş Mehmet ve bir yobaz, testere ağızlı bağ bıçağı ile Kubilay’ın başını gövdesinden ayırdılar, avuç avuç kan içip kesik başı, yeşil bayrağın ucuna taktılar.

Kanlı şeriat bayrağı açıldı

Cumhuriyet ilan edileli yedi yıl olmuştu. Türkiye Cumhuriyeti ile halifelik tarihe karışmış, laik bir dünya görüşü benimsenmişti. Türbeler, mahalle mektepleri, çağ dışı köhneleşmiş kurumlar yoktu artık.

Tarikatçılık, şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, babalık, emirlik, babalık, naiplik, halifelik, büyücülük, üfürükçülük, falcılık ve muskacılık kanunla yasaklanmıştı.

Öğretim birliği, şapka – kıyafet ve yazı devrimleri yapılmış, her alanda yenilikler başlamıştı.

Türk toplumu yepyeni bir yaşama ve geleceğe yönelmişti.

Fakat 1930’ların bu aydınlık ve umutlu tablosu, çıkarları bozulan, eskinin özlemini duyan çevreleri rahatsız ediyordu.

İşte, sinmiş ve pusu kurmuş olan, fırsat kollayan bu tutucu, gerici kişiler ve zümre artıkları, ‘uygun bir ortamın’ varlığını hemen sezdiler. ‘Uygun ortam’, politik alanda yeni bir aşamaya geçilmesi idi.

1924’ten sonra 1930’da ikinci bir parti denemesine geçilmiş ve 18 Ağustosta Serbest Cumhuriyet Fırkası adıyla yeni bir parti kurulmuştu. Devrimleri başlatan, uygulayan ve koruyan tek parti döneminden daha özgür ve daha demokratik bir yönetime dönüşüyordu politik ortam. Gerek yeni kurulan partinin örgütleri arasına sızan gerekse parti dışında bulunan çıkarcı çevreler ve zümreler, kısa zamanda gizlilikten, sinsilikten sıyrıldılar; laiklik ilkesini kendi amaçlarına göre yorumlama ve hatta zorlama gösterilerine giriştiler. 

Yeşil bayraklar göründü, laikliğe karşı seslerini yükseltme özgürlüğü ve cesareti buldular. Bu durum, partinin yurtsever kurucuları ile Gazi Mustafa Kemal tarafından kısa zamanda sezildi, anlaşıldı. Ve parti kuruluşundan 3 ay sonra 17 Kasımda kapandı.

24 yaşındaydı… Yedek subaydı… 18 aylık bebeği vardı..

Serbest Cumhuriyet Fırkası, kurulduktan sonra İzmir, Manisa ve Balıkesir çevresinde diğer bölgelerden daha kısa zamanda yayılmış, taraftar bulmuş ve güçlenmişti. Laiklik ilkesinin çıkarcılar ve fırsatçılarca eleştirilip yorumlanması; bu bölgedeki halkın yeni kurulan partiye eğilimi, sinmiş ve pusu kurmuş olan tarikat mensuplarını, şeyhlerini, müritlerini umutlandırmış ve onları harekete geçirmişti. İstanbul’da Erenköy’de oturan Nakşibendi tarikatının başı 84 yaşındaki Şeyh Esat, 64 yaşındaki oğlu Meh­met Ali, ‘uygun ortam’dan yararlanarak hazırlığa girişmişler ve hükümete muhalif saydıkları bu yörenin Menemen ilçesinde şeri­atçı bir gösteriye kalkışmışlardı. “Din elden gi­diyor! Şeriat isteriz!.. Şapka giymek kâfir­liktir!..” sesleriyle halkı ayaklanmaya zorlamı­şlardı.

Yer: Menemen, Tarih: 23 Aralık 1930

Şimdi, Menemen’e dönelim. Tarih, 23 Aralık 1930… Dördünün adı Mehmet, ikisinin Hasan olan altı yobazdan en yaşlısı Derviş Mehmet, mehdilik sayındadır. Dört Mehmet ve yaşları 18’i bile bulmayan iki Hasan, Mani­sa’nın bir köyünde, dağda kurdukları bir çar­dakta günlerce ayinlere dalmışlar, tarikat mensuplarıyla ve şeyhleriyle ilişkilerini sürdürmüş­lerdir. Derviş Mehmet, bu süre içinde onlara ‘esrar’ içirerek akıllarını başlarından alma, ta­sarladığı yöne ve yöreye sürükleme çabası­ndadır. Mehdi olarak ortaya çıkan Derviş Mehmet, İstanbul’da Erenköy’deki bir köşkte oturan 84’lük Nakşibendi Şeyhi Esat’ın güven­diği ve öne sürdüğü müritlerindendir. 23 aralık sabahı erkenden Menemen’e gelir­ler ve doğruca çarşı içindeki Müftü Camii’ne giderler. Camide sabah namazı için gelmiş 8-10 yaşlı kişi vardır. Her şeyden habersiz, ibadet et­mekte olan bu kimseler, camiye yapılan silahlı baskından şaşkındırlar.

Derviş Mehmet, oradakilere kendisini “meh­di” olarak tanıtır; dini korumaya geldiğini ileri sürer; camideki yeşil bayrağı aldıktan sonra, sınırda ‘yetmiş bin kişilik halife ordusu’nun beklediğini, öğleye kadar şeriat bayrağı altına toplanmayanların kılıçtan geçirilecekleri tehdi­dini savurur. Bundan sonra, mehdi taslağı yeşil sarıklı Derviş Mehmet ve “müritleri”, doğruca belediye meydanına yönelirler. O sıralarda oradan omzunda çapasıyla işe gitmekte olan bir işçiyi yoldan çevirip bir çukur kazdırır ve yeşil bayrağı dikerler. Ayetli yeşil şeriat bayrağı artık bir irtica, bir isyan bayrağı görüntüsündedir. Yobazlar bayrak etrafında dönerler, dö­nerler, tekbirler getirirler, zikrederler… Gün­lerden beri içtikleri ‘esrar’dan sarhoşturlar.

Şapka giyenlerin kâfir olduğunu, yakında fes giyileceğini, şeriata dönüleceğini; kendilerine kurşun işlemeyeceğini haykırarak etrafa du­yurmaya çalışırlar. Meydan çevresinde, sokak başlarında toplananlar şaşkın, çekin­gen ve korkulu gözlerle olanları izlemektedir…

Gazal Camisi avlusu… Kubilay’ın öldürüldüğü yer…

Bu arada durumu haber alan jandarma komutanı, belediye meydanına kadar gelir. Silahlı yo­bazların hezeyanlarını, hallerin­deki pervasızlığı görüp durumu kavrar ve doğruca hükümet ko­nağına gider; kaymakamın evine ve kışlaya, alay komutanına tele­fon ederek askeri birlikten yardım ister.

Asteğmen Kubilay’a görev verilir…

Bu haber üzerine, sabahın er­ken saatinde, her günkü gibi eği­tim çalışmalarına hazırlanmakta olan birliğin subaylarından 24 yaşındaki asteğmen Kubilay’a görev verilir.

Kubilay, henüz birkaç ay önce askere alınmış olan, takım düze­nindeki birliğiyle hemen yola çıkar. Kendisinde silah, erlerinde mermi yoktur. Asteğmen Kubilay’ın takımı, her sabah talime çıkar gibi çıkmıştır kışlasından… Kubilay, olay yerine çabuk ye­tişmek için kışla arkasındaki ya­maçlardan, kestirme yollardan hızla geçer ve meydana yakın so­kaklardan birinde askerlerini dur­durur ve süngü taktırır. Sonra, yalnız kendisi ilerler ve onlardan uzaklaşır, meydana girer. Bu sırada onun ne düşündüğü, hangi duygular içinde bu­lunduğu ve silahlı olan yobazların karşısına ni­çin tek başına çıktığı elbette bilinemez… Her şey çok çabuk gelişmiş ve olup bitmiştir: Silahlı bir güruhun karşısına dikilen subayın sert bir davranışla onlara seslendiği, ‘teslim olmaları’nı istediği görülür. Tam bu anda yobaz­lardan biri de silahını doğrultmuş ve ateşlemiştir. Silah patlar patlamaz aralarında bir mü­cadele başlar, subay yaralı olarak yere düşer… Çevredekiler ve uzaktakiler hızla dağılırlar. Az sonra subay kalkar ve yakındaki cami avlusu­na doğru koşmaya başlar. Arkadan ikinci bir silah patlarsa da isabet etmez.

Cami avlusunda yığılır kalır, yaralıdır…

Kubilay, aldığı yaranın etkisiyle daha faz­la yürüyecek halde değildir artık, cami avlusu­na yığılır kalır. Bunu meydandan gören Derviş Mehmet, hain bir düşüncenin eylemine geçer. Silah sesleriyle uzaktakiler dağılmış ve yobaz­ların cesareti daha da artmıştır. Yeşil bayrağın dibindeki torbasından testere ağızlı bir bağ bıçağını alan Derviş Mehmet, öteki yobazlar­dan biriyle cami avlusundaki yaralı subaya doğru saldırırlar… Ve kısa bir mücadeleden sonra Kubilay’ın başını gövdesinden ayırı­rlar… Derviş Mehmet bununla da kalmaz, avuç avuç kan içer ve saçlarından yakaladığı başı sallayarak meydana dönerler… Yobazlar azgınlaşmıştır; gözleri hiçbir şey görmez. Başı, yeşil bayrağın tepesine geçirmek isterler… Baş durmaz. Silah zoruyla bir ip buldurur, takar ve bağlarlar kanlı başı direğe!.. Derviş Mehmet kudurmuştur artık. Kanlı ağzıyla tekbirler ge­tirir; “Ey ahali! Ey ümmet-i Müslimin!..”haykırışlarına yeniden başlarlar.

Bekçi Haşan ve Bekçi Şevki

Bu sırada patlayan silah seslerini duyan bir genç mahalle bekçisi, evinden fırlar ve olay ye­rine yetişir. Bekçi Haşan hemen tabancasını çe­ker ve ateş ederek yobazlardan birini yaralar, ateşe devam eder. Fakat şehit düşer. Bekçi Şev­ki ise çarpışmanın üçüncü şehididir. Görünüş, ürperti ve dehşet vericidir. Kısa za­manda birbirini izleyen olayların anlamı çok değişmiş, yobazların azgınlığı arttıkça artmıştır. Tekbirler, tehditler; kurşun işlemezlik ve ölmezlik sesleri; kanlı ve salyalı ağızlar­dan boğuk, vahşi homurtular duyulmaktadır.

Köşe başlarından, uzaklardan bu feci sahne­ye bakabilenler, kuşku ve şaşkınlık içinde bek­lemektedirler… Alay komutanlığına yeni ha­berler ulaşmıştır. Fakat meydan, henüz yobaz­larındır!.. İşte bu sırada uzaktan bir makineli tüfek bir­liği görünür ve hızla meydana girer. Komu­tanın sert ve yüksek sesi duyulur; yeşil bayrak etrafında hâlâ tekbir getirerek dön­mekte olan yobazlara ilk uyarısını yapar: “Teslim olunuz!” Bu sesle­niş yankılanır, bir daha, bir daha!.. Beklenir bir süre… “Bize kurşun işlemez!..” sesleri gelir karşıdan!

Ve makineli tüfek işler… Derviş Mehmet, Sütçü Mehmet, Şamdan Mehmet bir anda delik deşik, yer­lere serilirler. Alnından yaralanan Emrullah oğlu Mehmet ile iki Ha­san, ara sokaklara sığınıp kaçar­larsa da sonradan yakalanırlar. Menemen’de sahneye çıkan yobazların oyu­nu böylece biter…

Bugün 23 Aralık 1994. Aradan 64 yıl geçti… Çevrenize bir bakın… Aynı oyunu sahnelemek isteyenler var mı acaba? (Bu yazı Kemal Üstün’ün Çağdaş Yayınları’ndan çıkan “Menemen Olayı ve Kubilay” kitabından derlenmiştir.)

Ah cehalet, vah cehalet!

Kubilay’ın Menemen’deki öğretmen arkadaşlarından ve olaydan dört yıl sonra yedek subaylık görevini Menemen’de yapan Kemal Üstün, aradan uzun yıllar geçtikten sonra, şu değerlendirmeyi yapıyordu:

“Şimdi, Menemen olayının nedenleri üzerin­de durabiliriz. Aradan yıllar geçtiğine göre, bu nedenler daha tarafsız, daha kesin görüşlerle araştırılabilir, ortaya konabilir. Çeşitli yayınlarda ya da yıl dönümlerinde gerek olay, gerekse Kubilay hakkında bazen yan­lış, bazen maksatlı, bazen de duygusallıktan ile­ri gelen ve gerçeklere uygun düşmeyen bilgiler verilmekte, yorumlar yapılmaktadır. Bu du­rum, olaylara ışık tutması gereken ve belgelerin bütününü derleyen yayımlanmış resmi kaynak yokluğundandır. İlk bakışta Menemen olayı, tarihteki benzer­leri gibi bir gericilik hareketidir ve kökü cehale­te dayanır. Bu bakış ön bir yargıdır. İrtica hare­ketlerinde daima cahil kimselerin öne sürülme­si ve elebaşların onlardan seçilmesi bu görüşü doğrular. Olaylar karşısında ‘Ah cehalet, vah cehalet!’ der ve eğitimden yoksun bırakılmış topluluklardan yakınır, sadece onları suçlar, eğitimin değerini yüceltir ve bir özlem içinde kıvranır dururuz.

Elbette, her gericilik olayında cehaletin, eği­timden geçmemiş kişilerin, toplulukların oyna­dığı rol büyüktür ve başta gelir. Ama, temelde cehaletle ortak yönü ve rengi bulunan bir başka önemli neden daha vardır: Din! İrtica hareketlerinin hepsinde ‘din’ ön planda görünür ya da öyle gösterilir. Cahillerden ve onları arkalarında sürükleyen bilgisiz din adamlarından, ‘Din elden gidiyor! Müslüman­lık elden gidiyor!’ gibi homurtular duyulur za­man zaman. Ve bu kandırmacayı geçerli bir gö­rüntüye bürümek için açık-gizli her türlü hileye başvurulur. Toplumu yüzyıllar gerisinde bırakan, boş inançlara bağlı, gerçek din anlayışından yok­sun, akıl dışı katı kurallar yeniliklerle, devrimlerle bağdaşmaz ve çatışır duruma sokularak bu eğilime yatkın çevreler sürekli olarak zorla­nır ve kışkırtılır. İlticanın değişmez yöntemi ve yönetim biçimi budur işte! Geri kalmış toplumlarda, dinsel inançlar açı­sından, kalabalıkları etkilemenin kolaylığı ve aldatıcılığı ‘cihat çağrılan’ düzenleyicilerce iyi bilinmektedir. Uzak ve yakın tarihimiz bunun acı örnekleriyle doludur. Daha yakın olan 31 Mart isyanı, Kurtuluş Savaşımız boyunca yer yer patlak veren ayak­lanmalar ve cumhuriyetten hemen sonraki Şeyh Sait isyanı böyleydi. Menemen olayı böyle oldu. Günümüzdekiler de böyle olmak­tadır. Birbirine sıkı sıkıya bağlı olan her iki nede­nin de gericilik ve ayaklanma hareketlerindeki payı büyüktür. Fakat bütün gericilik hareket­lerinin kökeninde tek ve hiç değişmez ortak bir amaç vardır: Özel çıkarlar! Kişisel çıkarlar! Çıkarcılar daima cehalet ortamından ve din çevrelerinden yararlanarak gericiliğe yeşil ışık yakmışlardır. Bu gerçeğin dününde, bugü­nünde değişen bir başka neden yoktur. Şayet ortam değiştirilemezse yarınlar da böyle ola­caktır. Cehaleti yenmedikçe, yurdu ve ulusu yürekten seven kuşaklar yetiştirilmedikçe,özel çıkarlarını bilimden, erdemden ve gerçek din anlayışından üstün tutan kara-aydınlar’ ile ‘çıkarcı politikacılar’ var oldukça irtica davar olacaktır!”