Cumhuriyet’in Kurulma Sebebi Türkleri Korumaktır
Sevgili Okurlar,
Dünkü yazımızda Osmanlı’da yönetimi ele geçiren devşirmelerin Türk Milletine yaptıkları zulme kısaca değinmiş yazımızın sonunda Büyük Önder Atatürk’ün genç bir yüzbaşıyken yaşadığı hatırayı anlatmıştık.
Ne yazık ki tarihimiz Türk gözüyle anlatılmıyor. Çok kıymetli bilim adamlarımızda bir yandan hamasi bir tarih anlatırken diğer taraftan satır aralarında tarihin gerçeklerinden bahsediyor olsalar da gençlerimiz karmaşa halinde verilen bu anlatım içerisinde tarihin gerçeklerini göremediği için Türk’ün gerçek tarihi yerine Batı’nın bize uygun gördüğü bir tarihi öğrenmek durumunda kalınıyor.
Sevgili Okurlar,
Tarih bir milletin hafızasıdır.
Tarihimiz geçmişimiz değil geleceğimizdir. Çünkü düşman sizin tarihinizi iyi bilir geçmişte yaşanılan tüm olaylar değişik maskelerle yeniden sahnelenir. Geçmişinizi bilirseniz geleceğinize hakim olursunuz.
Bunun için Mehmet Akif “Tarih tekerrür eder derler ibret alınsaydı tarih hiç tekerrür eder miydi” demiştir.
Sevgili Okurlar,
Bizim Cumhuriyet öncesi tarih anlayışımız Aşıkpaşazadenin 400 çadırdan ibaret kurulan Osmanlı Beyliği’nden İmparatorluğa geçiş menakıbnamesine dayanıyordu.
Menakıbname, savaşlarda askerleri eğlendirmek için anlatılan yarı efsane hikayelere denir. Biz Türk Milleti olarak 1870’lere kadar masal benzeri şekilde hazırlatılmış bir tarihe inanıyorduk.
Zamanımızdan 218 yıl önce ölen Fransız sinoloğu Deguignes Türk Tarihçiliğinin de kurucusudur.
Avrupalılar Sömürge projesi üzerinde çalışırken bilim adamı heyetleriyle Çin tarihi kaynakları üzerinde uzunca bir dönem inceleme yaptılar. Çin tarihi incelenirken dev bir Türk tarihi ile karşılaştılar.
Çin belgelerini incelemek üzere gönderilen Sineloglardan Digunes, Çin Tarihi ile ilgili kaynakları incelerken Çin Tarihinin aslında dev bir Türk tarihi olduğunu görerek 1756 yılında tarihi kaynaklarla 5 Cilt halinde oldukça geniş bir Türk tarihi kaleme aldı. Bu tarihi kaynaklar öylesine yankı uyandırdı ki Avrupalı Bilim adamları kaynaklarda bahsedilen yöreleri gezdiler kazılar yaptılar. Bu araştırmalar yapıldıkça Türk tarihinin büyüklüğü ve Digunus’un eserinin önemi ortaya çıktı. Digunes’in Türk tarihi yazıldıktan 120 yıl sonra yani 1875’lerden itibaren Şıpka kahramanı Süleyman Paşa tarafından çevrildi askeri okullarda okutuldu. Cumhuriyet kuruluncaya kadar bu tarih yaygınlaştırılmaya çalışıldı. Biz Büyük Önder Atatürk’e kadar kendi tarihimizi bilecek araştırmalara ve çalışmalara sahip değildik.
Yüzyıllarca Türklüğüne ve Türkçeye sahip çıkarak zor şartlarda ayakta kalmayı başaran Türk Milleti maruz kaldığı baskılara rağmen milli kültür değerlerini bu günlere taşımayı başarmıştır. Ancak yüzyıllarca devşirmelerin elinde yaşadığı baskılar nedeniyle yaşam mücadelesi veren Türkler neredeyse 18.yy boyunca devam eden Rus ve İran Savaşlarında büyük orduların ihtiyaçlarını karşılayarak fakirleştiler. Ermeniler tefecilikle Rumlar ticaretle zenginleşirken Türkler devletin bir yandan sürekli devam eden savaşlar için gerekli asker ihtiyacını karşılayarak nüfusunu bile kaybetti.
19.yy’a gelindiğinde İngiltere başta Batı’nın yarı sömürgesi durumuna düşen Osmanlının borçlanma yükünü yine Türkler çekmek durumunda kaldılar. Batı’nın Duyun-u umumiye soygunu ile evindeki halı veya kilim tezgahını, ambarındaki tohumluk buğdayını, tarlasındaki öküzünü bile kaybetmek durumunda kaldı. 1900’lere gelindiğinde Türkler atölyelerini, tezgahlarını, dükkanlarını kaybetmişler hamallık gibi işlerle evlerine iki dilim ekmek götürebilir hale gelmişlerdi.
Aynı günlerde Rumlar, Ermeniler başta tüm yabancılar ve Levantenler servetlerine servet katıyor adalarda veya boğazda en muhteşem yalılarda konaklarda onlar yaşıyor aşçıların, hizmetçilerin düzineyle yer aldığı bu mekânlarda şarap su gibi akıyordu.
Sevgili Okurlar,
1900’lerin başında bir devşirme tüccar şöyle diyordu:
“Türkler hamallık gibi bir iş bulur olmuşlar. Eşeğe yük yükleyin Türklere yüklemeyin..”
Osmanlı’nın sağladığı aşırı serbesti ortamı Türklerden başka bütün milletlerin Milliyetçiliklerini ifade edebilmelerini ve milliyetçi politikalar üretebilmelerini temin etmiştir. Yani diğer milletler milliyetçi olabilirlerdi ancak Türkler olamazdı gibi garip bir anlayış hâkim olmuştur.
Osmanlı’nın kozmopolit toplum yapısında bir mekanda diğer milletlerin bakiyesi unsurlar kendi ırklarını överek “Ben Padişahın koruma alayının teşkil edildiği asil Arnavut milletindenim” veya “Ben Kavm-i Necip Arap’ım” derken Türkler boynunu büker “Ben de haşa huzurdan öte Türk’üm” derdi.
İşte Osmanlı gibi nice Cihan devletleri kurmuş asil Türk Milletinin Osmanlı devletinin son dönemlerindeki durumu buydu.
Sevgili Okurlar,
19. yy’ın ortalarından itibaren Batı milliyetçilik faaliyetleri ile çalkalanırken Türkler halen milliyetçilik faaliyetlerinden habersizdi. Milliyetçilik-Türkçülük faaliyetleri Tanzimat döneminde devlet kademelerinde yer bulmaya başlamış kıymetli bilim ve devlet adamlarımızın aydınlarımızın gayretleri ile başladı. Ayrı bir konu başlığı altında anlatacağımız bu değerli insanlar Türk Milletinin bir an önce uyandırılması ve yeniden Tarihteki şanlı yerini almalarını sağlayacak şuura kavuşturulması için çalıştılar.
Rus işgalinde yaşayan Azarbeycan’da Ahundzade Mirza Feth Ali, 1850- 1857 arasında Azeri Türk lehçesi ile halk adetlerini tasvir eden meşhur komediler yazmış ve bu eserleri pek çok dillere çevrilmişti.
Rusya’da Türkçe ilk gazete Zerdabi Hasan Bey(1832-1907)tarafından 1875’te Bakü’de çıkarılmıştır. Ekinci gazetesi 1877’de Osmanlı-Rus harbi sırasında kapatılmış Ziya bunun üzerine edebi bir dergi olan Keşkül’ü çıkarmıştır.
Türkçülük cereyanı İsmail Gaspıralı (1851-1914)tarafından en aktif bir biçimde hız kazanmış, faaliyetler sadece Rusya’da değil ulaşabildiği her yerde etkili olmuştur. İsmail Gaspıralı, Travida(1881) ve Tercüman (1883) gazetelerini çıkarmış, Rusya’daki Türklerin birliği için çalışmıştır. “Dilde fikirde işte birlik” şeklinde fikirlerini sloganlaştıran Gaspıralı bütün Türlerin anlayabileceği ortak bir Türkçe’nin geliştirilmesi bunun da sadeleştirilmiş İstanbul Türkçesi olması konusun da ısrarla durmuştur.
Türk dünyasının birliği ve modernleşmesi yolunda 33 yıl yayın yapan Tercüman sadece Kırım’da değil, Kazan’da Kafkasya’da Türkistan’da Balkanlar’da nihayet Osmanlı’da okunun bir gazete haline gelmiştir.
Tercüman İstanbul’da etkili olduğu gibi etkisini en fazla Azarbeycan’da göstermiş basında kullanılan Türkçe İstanbul Türkçesi olmuştur.
Türkçülüğün kültürel çerçevesinin ötesinde bir adım atan Azarbeycanlı Hüseyinzade Ali Bey (1864-1941)dir. St. Petersburg’ta tıp eğitimi yaparken Gaspıralı gibi Panislavizme karşı olarak Türkçülüğü geliştirmiştir. 1889’da İstanbul’a gelerek Mekteb-i tıbbiye de öğretmenliğe başlamıştır. Bu arada öğrencilere Türkçü fikirler yaymaya çalışmış, 1905’te tekrar Rusya’ya giderek Ali Merdan Topçubaşı ve Ahmet Ağaoğlu ile birlikte “Hayat” mecmuasını çıkarmıştır. Daha sonra “Füyuzat” isimli bir dergi çıkaran Hüseyinzade Ali buradaki yazılarında Azarbeycan kültürünün, İran ve Rus kültüründen temizlenmesi, Osmanlı devleti öncülüğünde bütün Türklerin manevi bir birlik kurmaları Türklerin esas olarak “Türkleşmek, İslamlaşmak, Avupalı’laşmak” prensibiyle çalışmaları gerektiğini işaret etti.
Ahmet Ağaoğlu (1870-1938) Osmanlı devletinde Türkçülük hareketlerinin gelişmesine katkı sağlamış Türk aydınlarındandır.
Mehmet Emin Yurdakul şüphesiz ki edebi Türkçülüğün en bariz simasıdır. Mehmet Emin Bey diğer Türk aydınlarının aksine orta veya üst gelir düzeyine sahip ailelerden birinden değil, Halk’ın içinden gelen bir Aydınımızdır. Artık Osmanlı Türklerinin edebiyatında yeni bir çığır açılmış ve Türklerin edebiyat sahasında Türkçülük belirli bir meslek haline gelmişti.
Yusuf Akçura’da bu dönemde Türkçülüğün siyasi yönüyle ilgilenmemiş bir aksiyon adamıdır. Yusuf Akçura, Üç tarz-ı Siyaset’te Osmanlıcılığı bir tarafa bırakarak İslâmcılık ve Türkçülük akımlarının hangisinin daha faydalı olacağı üzerinde durmuştur. Eserinde “Türklük siyasetinin İslâm siyaseti gibi Osmanlı hudutları ile sınırlı olmadığını vurgulayarak, Türk birliğinin önemine” işaret eder. Türk birliği ile Osmanlı devletine yeni bir görev yükleyen Akçura Türk dünyasının merkezine Osmanlıyı yerleştirir. Dünya Türklerinin milli menfaatlerini Osmanlı devletinin istikbâli ve Muhafazasında görür. Akçura İslâmiyet’in birlik ve dayanışmadan doğan gücünü milliyetçiliğin hizmetine vermek gerektiğine işaret eder. Bizde İslamcılık ve Türkçülük fikirlerini birbirine karşı görmüyor bir bütünü iki parçası olarak kabul ediyoruz.
1904 yılında Türklük, İslâmlık ve Osmanlılık konularında teşhislerini ortaya koyan Akçura “Meşrutiyetten sonra Tanzimat’ın ittihadı Anasır politikası ile Osmanlı milleti meydana getirilmesinin mümkün olmayacağını” dile getirmekte “Türk milletinin yeniden hayat bulması” gereğine işaret etmektedir.
Sevgili Okurlar,
Osmanlının son yüzyılı sonlarında başlayan Türkçülük faaliyetleri Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin gibi Bilim ve yazarların çabalarıyla halka yansımaya başladı. Devletin başında Bulunan şahıslar İslamcı politikalar gütseler de Türkçülük İttihat ve Terakki Partisinin Birinci dünya savaşı boyunca siyasi tavrı haline geldi.
Türkçülere göre imparatorluk içerisinde Türkler her bakımdan sağlam bir millet haline gelecekler yeniden imparatorluklarına sahip çıkarak güçlenecekler sonrada dünyada dağınık bir şekilde yaşayan bütün Türkleri yeniden teşkilatlandırarak Türkler arasında milli birlik tesis edilecekti. Türkler kadar bütün milletlere hürmet edilmesini talep eden, diğer milletlere karşı insani hislerle dolu olan bir millet bulunamazdı. Türk milletinin bütün haslet ve karakterlerini esas alan Türkçülük hareketi siyasi olmaktan ziyade sosyal bir hareket olarak işte böyle başladı. Bu hareket yeni bir hadise değil Çi-çi den veya Bilge Kağan’dan beri Türk milletinin yaşama biçimi olarak kabul ettiği bir sosyal vakıanın yeniden tezahürüdür
Osmanlı Türkçüleri kültürel manada Türklüğü savunurken, Osmanlılık geleneği içinde yaşamaları sebebiyle Türkçülük hareketini aksiyoner bir hareket haline getirmeyi düşünmemişler, devletin yapısı ile uyum sağlayacak bir Türkçülük kavramı üzerinde durmuşlardır. Hâlbuki o devirde Rusya’dan gelen Türk aydınları kültürel manada Türkçülükten Türk milliyetçiliğine geçişin ve hareketin siyasi bir aksiyon haline getirilmesinin gerekliliğine inanmışlar aksiyon anlamda fikirler ortaya sürmüşlerdir.
Türkçülere göre “Osmanlı adı altında yeni bir milletin yaratılması bir hayal olduğu gibi Osmanlının en önemli unsuru olan Türklüğün kuvvetlenmesi ile Osmanlı saltanatının yeniden kuvvetlenmesi temin edilebilirdi”. Bu durumda Türklüğe çalışmak tıpkı tarihin daha önceki dönemlerinde olduğu gibi Osmanlının kuvvetlenmesine çalışmak olacağından Türklük duygusu Osmanlılık fikrine mani değildi.
İttihatçılar Türkleşme İslamlaşma ve Garplılaşma ideallerinin hepsine birden sarılmışlar ancak Türkleşme faaliyetlerini kültürel bir hadiseden daha ileri götürememişlerdi. 1.Dünya savaşının Mondros Mütarekesi ile neticelenmesi neticesinde Türk Milletine öldürücü darbeyi vurmaya hazırlanan Batı karşısında Atatürk ve onun etrafında toplanmış komutanları ve Türkleri buldu. Atatürk kısa bir süre içerisinde Türk milliyetçiliğinin sembolü ve önderi olarak ortaya çıktı. Bütün milli mücadele boyunca Ankara Milliyetçiliği temsil etti. Kurtuluş Savaşının bütün sıfatları ve tabirleri buram buram milliyetçilik kokuyor Bu da İslamcıları çileden çıkarıyordu.“Milli Mücadele”, “Milli İstiklál”, “Milli Hareket”, “Milli Zafer”, “Büyük Millet meclisi”, “Hakimiyet’i milliye”, “Kuvay-ı Milliye” Kurtuluş Savaşının sözlüğünde katıksız bir milliyetçilik mefhumunun bütün manalarını içine alıyordu.
DEVLETİN ADI TÜRK OLMALIYDI
Sevgili Okurlar,
Milliyetçiliğin siyasi, iktisadi, sosyal ve kültürel sahalarda aksiyon haline gelişinin temelini Mustafa Kemal Paşa’nın milli devleti kurma çalışmalarını başlattığı günlerde aramak gerekir.
Atatürk Samsun’a ayak bastığı günden başlayarak bütün nutuklarında Türk milletinin kurtuluşuna, atılımına ve dirilişine ait bütün prensipleri açıklarken yukarıda kullandığımız milliyetçi mefhumları ön plana çıkararak kurulacak yeni devletin temel direklerinin milliyetçilik olacağını başından itibaren ilan ediyordu.
Bu arada yurdun dört köşesinde mitingler yapılıyor Türk ruhu yeninden ayağa kalkıyordu. Mesela o mitinglerde konuşan Hamdullah Suphi şunları söylüyordu:
“Biz bütün bir millet efradını birbirine bağlayan binlerce can, kan ve dil rabıtalarından maada birde felaket ve iman bağıyla birbirimize bağlandık ve yemin ettik Trakya’nın, Anadolu’nun ve İstanbul’un Türk birliği parçalanamaz.!”
Türklerin yeniden dirilişini meydana getirmek yerine İtilaf devletleri ile anlaşmalara girerek ülkeyi kurtaracaklarını sanan itilafçılar Türklerin aleyhine olan tutarsız ve ne olduğu belirsiz idealler peşinde koştular. İngilizlerle işbirliklerine girdiler. İhanetlerin İslamcılık maskesiyle gizlemeye çalıştılar. Hâlbuki yapılanların İslamiyet’le hiç bir alakası yoktu. Milliyetçilik ruhu ve ülküsü bulunmayan insanları iktidar hırsının ne hallere getireceğinin belgeseliydi.
Hâlbuki yüzyıllarca nimetleri devşirmeler, gayri Müslimler ve Türk’ün canına bile düşman olanlar yemiş, Türkler bir lokma ve bir hırka ile kaldıkları halde düşman kapıya dayanınca evin gerçek sahibi olan Türkler tüm bedeli ödemek üzere şerefle başlarını kaldırmış “Yurdumu, topraklarımı vermemek için her türlü bedeli ödemeye hazırım.” demişti. Yunan ordularına “İslam orduları” diyen Türklere karşı her türlü işbirlikçiliğine çekinmeden giren devşirmeler bunu da görememişlerdi.
Misak-ı Milli, Birinci ve İkinci İnönü Savaşları ve Sakarya Savaşı bu devşirmelerin kin ve nefret bürümüş gözlerini açmaya kâfi gelmedi. Onlar kokuşmuş ve Türk milletine artık hiç bir faydası olmayacağı belli olmuş bulunan kin dolu fikirlerinden sıyrılmak yerine fesada dalarak Türklerle savaşa giriştiler. Saray ve çevresinde yalandan ibaret bir dünya oluşturarak Padişah ve çevresinde kenetlenmeye devam ederek Sayayla birlikte işbirliğine devam ettiler.
Sevgili Okurlar,
Sakarya’da millet varoluş yok oluş kavgası verirken Mustafa Sabri ve İskilipli Atıf, Türk milliyetçileri aleyhindeki fetvalarına devam ediyor, Anzavur kuvvetleri Kuvay-ı Milliyeci katliamına devam ediyordu..
Tabii ki her zaman olduğu gibi sonunda yine Türk milliyetçileri yani milletin kendisi kazanmıştı. Ülkeyi geri götürme oyunu İstanbul’dan İtilaf donanma gemileri ile uzaklaşmış, ihanet politikaları İzmit’te Ali Kemal’le birlikte asılmış yok edilmişti.
Son Türklerin kurtuluş savaşları zaferle bitmişti. Ziya Gökalp’ın Balkan Harbinde ortaya sürdüğü “Muasırlaşmak”- sonradan “Garplılaşmak”- “İslamlaşmak” ve “Türkleşmek” fikirlerinden sadece ikisi ayakta kalmıştı. Fakat bu iki fikrin sahibi bulunan Osmanlı Garpçıları ve Osmanlı Türkçülerinin fikirleri de ağır yaralıydı. Osmanlı Türkçülerinin iddia ettikleri gibi “Osmanlı İmparatorluğunu idare eden kuvveti merkeziye İslam kuvveti” değildi. Birinci dünya savaşında ve arkasından Türklerin dünyaya meydan okuyarak yaptıkları Kurtuluş savaşı sırasında “Osmanlılık” demenin “Türklüğün, Araplığın, Rumluğun, Ermeniliğin heyeti mecmuası demek” olamadığı ortaya çıkmıştı.
O azametli imparatorluk tarihin yaprakları arasında kalmış Osmanlılığın hiç bir işe yaramayacağı artık belli olmuştu. O halde Osmanlılık kelimesi devlet unvanı olarak bile kalamazdı. Madem bu devleti gerçek sahibi olan Türkler kurtarmışlar, devletin adı Türklerin yurdu yani “Türkiye” olmalıydı.
Garpçılığa gelince; garp mefhumu, Balkan Harbi’nde olduğu gibi Kurtuluş Harbi sırasında garplıların silahlarını burnumuzun dibine dayaması ve başımıza Yunan belasını musallat etmesi üzerine halkın ve yöneticilerin ilgisini yitirmişti. Artık Osmanlı Türkçülüğünün de Osmanlı Garpçılığının da kangren olmuş kısımlarını kesip atarak yeni devletin esasları tespit edilmeliydi.
Atatürk bu operasyonu yaptı. Türk bünyesinde yaşamaya müsait gördüğü bu iki fikrin Osmanlılık mefhumuna yapışan ölü taraflarını kesip attı. Artık kendi varlığından ve kendi prensiplerinden zerrece taviz vermeyen müstakil ve kendi kendine bol bol yetecek bir Milliyetçilik doğuyordu. Üstünde azınlıkların yok denecek kadar azaldığı ve baştan başa öz Türklerin yaşadığı bir toprakta başka türlü idarenin hiç bir manası kalmamıştı.
Böyle bir milletin siyasi istiklalini Avrupa devletlerine kabul ettirdikten sonra içeride yapılacak tek ve büyük bir iş vardı; bu da Garplıların ilerlemiş teknoloji ve sistemlerinin Türk milletinin yapısına uygun olacak tarzda inkılâp hareketleriyle memlekete sokmaktı.
Sevgili Okurlar,
Artık Tanzimat’ın veya Meşrutiyetin eğitim ve sosyal sistemlerinin ülkeyi ileri taşımayacağı belli idi. Türk milleti o güne kadar hem şarklı hem garplı idi. Hem ümmetçi hem Türkçü idi.. Yarı alafranga yarı alaturka idi. 3.Selim’den Abdülhamit’e kadar bütün padişahlar bu sistemin içerisinde ülkeyi ileri götürme mücadelesi vermiş başaramamışlardı. Tanzimat ve Meşrutiyet sistemleri yarım adamlar yetiştiriyor bu adamlar yarım adımlar atabiliyorlardı.
Atatürk bu fikir ve düşüncelerin analizini iyi yapmış, ülkeyi geri götürecek kısımları ayıklayarak Atatürk inkılâbının temel prensiplerini ortaya koymuştu. Kendi ifadesine göre bunun adı “Türk milliyetçiliği Ve Muasır medeniyetçiliktir.” Ancak Türk milliyetçisi zaten medeniyetçidir. Kurtuluşun reçetesi tek kelimeyle Türk Milliyetçiliği’dir.
Ortaya konulan düşünce sistemi bizi batı ülkelerinin kalkınmalarını sağlayan metot ve düşünce sistemine ve Orta Asya ve Şark menşe’lerimize, tarihimize, dil birliğimize, din birliğimize bizi biz yapan bütün hasletlerimize ve manzumeler bütününe bağlıyordu.
Atatürk Osmanlı döneminin sonlarında başlayan, Birinci Dünya Savaşı’nın kaybedilmesiyle zayıf bir kültür hareketine dönüşen Türkçülük faaliyetlerini milliyetçi politikaların ışığında aksiyon haline getirerek bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini atmış, Türk milliyetçiliğini devletin milli politikası haline getirmiştir.
Atatürk Cephelerin en önünde kahramanca savaşmış bir paşadır. Bir Mareşal, bir Başkomutan ve Türk tarihinde sadece çok az kimseye nasip olmuş bir “Gazi” unvanın sahibidir.
Gazi Paşa, Türk devletini kurmakla mücadelesini bitirir, sabahlara kadar toplantılar ve çok yüklü çalışmalar yaparak genç yaşta kendini tüketmeyebilir, rahat ve huzur içerisinde yaşayabilirdi. Ancak O asıl savaşını son bağımsız Türk devletini kurduktan sonra başlatmış, kendini Türk milletinin bütün milletlerin önüne geçmesi için başlattığı “Türk milliyetçiliği” savaşına adamıştır.
Ziya Gökalp’la dahi bir konuda görüş ayrılığı bulunan Yusuf Akçura “Türkçülük fikrini tahakkuk ettiren dahi Gazi Mustafa Kemal Paşa’dır” der. Nitekim Ziya Gökalp de “Mustafa Kemal Paşa’nın Türkleri Türkçülük mefkûresi etrafında topladığını bunu başaramaması halinde Türklerin top yekûn mahvolacağından” bahseder.
Atatürk’ün önderliğinde başlayan milli mücadele de Türk milliyetçiliği başlıca çağrı olduğu gibi bu mücadele baştan sona Türk milliyetçilerinin savaşı niteliğindedir. Gazi Paşa daha hareketin ilk gününden itibaren Türklüğü kendisine rehber edinmiş, başlattığı mücadeleyi Milliyetçilik ve Milli egemenlik esaslarına dayandırarak gerçekleştirmeye çalışmıştır.
Atatürk Türk milletini düşman çizmesi altından kurtarmış bir önderdir Ancak Atatürk’ün Türk milletine asıl büyük hizmeti Türk milliyetçiliğinin özünü Türkiye Cumhuriyeti devletinin temel ideolojisi haline getirmesidir.
Evet Köklü bir tarihi kültüre sahip bulunan Atatürk, Tük milliyetçiliğinin yıllardır tartışma konusu olan bütün hususlarını incelemiş milletin menfaatlerini esas alan ve tarihten bu yana Türk milliyetçiliğinin muhtevası içerisinde bulunan bütün hususları en ince ayrıntılarına kadar tespit ederek Türk milliyetçiliğini devletin resmi politikası haline getirerek Türklerin dirilişinin önderi olmuştur.
Türk milletini tarih sahnesinden yok etmek için dayattığı politikaları kendi fikirleri gibi dillendiren ihanet oluşumlarının Cumhuriyet ve onun kurucusu Büyük Önder Atatürk ile uğraşmalarının asıl sebebi Cumhuriyetin kuruluşun esasının Türk Milliyetçiliği olması, Cumhuriyetin Türk milletinin menfaatlerini korumayı esas alarak kurulmuş olmasıdır.
Tekrar birlikte olmak dileğiyle
Sevgiler Saygılar
Taner Ünal