Cumhuriyet’in Kurucularının Ve Kuruluş Yıllarının Ressamı İbrahim Çallı

Aşk, bir kez düşmeye gör­sün; düştüğü yeri yakar. İbrahim Çallı’ya resim aş­kı Denizli’de bir kundura­cı dükkanında düştü. Henüz ilko­kulda okurken ayakkabılarını pençeletmek için girdiği kunduracı dükkanının duvarlarındaki Köroğlu-Ayvaz resimlerine görür görmez vuruldu. Eve gelince, karakalemle yaşamında belki de ilk kez gördüğü resimleri çizmeye başladı. Ancak çevresinden hiç de olumlu bir des­tek görmedi. Yakın çevresi adam olup iş tutamayacağını düşünerek onu taşı toprağı altın İstanbul’a gön­dermeyi kararlaştırdı. Aklının bir köşesinde resim tutkusu ile ilk ve ortaöğrenimini önce Çal’da, daha sonra İzmir’de tamamladı.

Babasından kalan bir miktar mi­rası alarak İstanbul’a gitti. Fakat ko­lay değildi İstanbul’da tutunmak. Üstelik bel kuşağına sarmaladığı tüm altınını çaldırdı. Resim yapmak istiyordu ama ondan önce yapması gereken bir şey vardı: “Para kazan­mak”. Çeşitli işlere girdi çıktı, yazı­sı beğenildiği için Yenicami’de ar­zuhalcilik yaptı. İlk gün 100 para kazandı. Arzuhalcilik onun resme yaklaşmasına bir köprü oldu. Tanıştığı Ermeni ressam Roben Efendi’den ilk resim derslerini aldı.

İbrahim Çallı, bir tablosu üzerinde çalışırken.

Sanayi-i Nefise Mektebi’ne (Güzel Sanatlar Akademisi’ne) girmeyi çok isti­yordu. O günün koşullarında taşradan gelen biri için bu çok zor bir işti. Sanat tarihçisi Kaya Özsezgin’e göre “Çallı’ya gelinceye dek genellikle orta sı­nıf ailelerin askeri okul çıkışlı ya da Osmanlı aristokrasisinin Batılı kültür değerlerine açık çevreler­de yetişmiş olan ressam imgesi ağırlık taşıyordu. Çallı ise doğuş­tan bir halk çocuğu idi.”

Şeker Ahmet Paşa’nın yardım­larıyla 1906 yılında bu isteği ger­çekleşti. Hiç kimsenin yönlendir­mesi olmadan kendiliğinden ge­len resim tutkusu, hedefini bul­du. Bundan sonrası için hiçbir engel kalmamıştı. Engel olsa bile, onu ezip geçecek olan sınırsız çalışma isteği ve resim sevgisi İbra­him Çallı’nın doğasında vardı.

Müdürlüğünü Osman Hamdi’nin yaptığı, aralarında Salvatore Valeri, Wania-Zerzecki ve Ömer Adil gibi değerli hocaların bulunduğu, öğreni­min altı yıl olduğu okulu, üç yılda bi­tirdi. İbrahim Çallı Türk resim tarihi­nin yeni yeni oluşmaya başladığı bu tarihlerde, kendi tarihi açısından da ilk büyük başarısını elde etmiş oldu.

Maarif Nezareti’nin açmış olduğu yarışmaya, “Çıplak Adam” ve “Hare­kat Ordusu’nun Muhafız Alayından Maksud Çavuş” adlı yapıtlarıyla ka­tılarak birinciliği kazanması, ona plastik sanatların kalbinin attığı yer olan Paris’te eğitimin kapılarını açtı.

Hikmet Onat, Ali Sami Boyar ve Ruhi Arel’le birlikte İbrahim Çallı, Paris Güzel Sanatlar Yüksek Okulu’nda, Fernand Cormon’un öğrencisi oldu. 

İbrahim Çallı’nın 1927’de bitirdiği ünlü ‘Dikiş diken kadın’ tablosu.

Vincent Van Gogh, Toulouse- Lautrec, Henri Matisse, Emile Bernard gibi 20’nci yüzyıla damgasını vuran birçok ünlü ressamın gelip geçtiği Cormon’un Atölyesi’nde, İbrahim Çallı da hocasının yanın­da ayrıcalıklı bir yere sahipti. Çallı, Cormon tarafından sınıf baş­kanı seçilerek, yabancı öğrencileri yönetti. Zaman zaman arkadaşları­nın hatalarını görüp düzeltti.

Dışa dönük yapısı, zekâ­sı, hazır cevaplılığı ile Türk resim çevresinin Nasrettin Hocası olarak da nitelendirilen İbrahim Çallı’ya Cormon bir gün nerede oturduğunu sordu. O da “Ben Qartier-Latin’de oturuyorum. Dairem gökten iner­ken birinci kattadır” diye yanıt ver­di. Cormon 65’ini aşan yaşına karşın Çallı’yı, 8’inci kattaki dairesinde ziyaret etti.

1914 yılında, Paris’teki sanatçılar Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıy­la, yurda dönmek zorunda kaldılar. Paris, onların sanatında pek çok ufuklar açtı. O sıralarda Paris’te, İzlenimcilik’ten Kübizm akımına geçil­miş, izlenimci resimler müzelerin duvarlarında boy göstermeye başla­mıştı. Çallı ve öteki sanatçı­larımız izlenimci resimler­den etkilenerek, bu akımın renk ve tekniklerini benim­sediler. Paris’ten paletlerin­ de canlı, parlak renkleri ve serbest fırça vuruşlarını ge­tirdiler. Bir döneme adlarını vuracak denli yenilikçi bir anlayışı taşıyarak öncü ol­dular. İbrahim Çallı sanatçı ve karizmatik kişiliği, eği­timci yönü ile bu grubun içinde ön plana çıktı. 1914 Kuşağı’nın “Çallı Kuşağı” olarak da anılması onun farklılığını gösterdi.

İbrahim Çallı, kızı Belma ve torunu Mete Taki ile birlikte.

Aynı yıl Sanayi-i Nefise Mektebi’nde Salvatore Valeri’nin yardımcılığına atandı. Kısa bir süre sonra, 13 Tem­muz 1947 yılına dek süre­cek olan öğretmenlik göre­vine başladı. Sanatçılığının yanında resim sevgisini çev­resine aşılamak, geniş çevrelere yay­mak ve geleceğin ressamlarını yetiş­tirmek için büyük çaba harcadı. Şe­ref Akdik, Refik Epikman, Saim Özeren, Elif Naci, Mahmut Cüda, Muhittin Sebati, Ali Çelebi, Zeki Kocamemi gibi kendinden sonraki ressam kuşağının yetişmesinde etkili olması onun bu çabalarının sonucuydu.

Çallı Kuşağı’nın gerçekleştirdiği ilk önemli etkinlik, 1916 yılında baş­layan ve her yıl tekrarlanan Galata­saray Sergileri idi. Düzenlenen bu resim sergileri gelenekselleşti ve o zaman ekilen tohumlar günümüzde Türkiye’nin dört bir yanına yayıldı. 1917 yılında, Harbiye Nazırı En­ver Paşa’nın isteği ile Şişli’de bir atöl­ye oluşturuldu. Çallı ve arkadaşları burada kahramanlık ve savaş resim­leri yaptı. Çallı’nın yapıtlarının da bulunduğu bu resimler Viyana ve Berlin’de sergilendi. Düzenli olarak Galatasaray Sergileri’ne katılan Çallı, 1918 yılında düzen­lenen resim sergisin­de Sanayi-i Nefise Madalyası aldı. Sa­vaş, ölüdoğa, peyzaj konularının yanı sıra çıplak kadın figürle­rini de resimlerinde işleme cesaretini göstererek, yeni açı­lımların öncüsü ol­du. Rus ressam Ale­xis Gritchenko’dan etkilenerek yaptığı “Mevleviler” dizisin­de, eski tekniğinden uzaklaşarak, soyut bir anlatıma yöneldi. Bu yöneliş ona yeni plastik değerler kazandırdı. Ama bir süre sonra eski tekniğine yeniden döndü.

”Sürahili Natürmort”

Galatasaray Sergileri Ankara’ya da taşındı. İlkini Mustafa Kemal aç­tı. Çallı’nın bir resmi önünde duran Atatürk şu değerlendirmeyi yaptı:

“Çallı, doğum yerinin efe tipini ne güzel canlandırmıştır. Onun ru­hundaki efelik bu tablosunda tam olarak görülmektedir. Yalnız bir tarafını kabul etmeyeceğim. Tabloda­ki atlar çok tavlı ve güçlü yapılmış­tır. Savaşta bizler bir parça ekmeği güç bulurken, atlarımız arpa denen nesneyi unutmuşlardır. Çallı, sen bu atları biraz zayıflat ki bu tablo o devrin anlamını taşısın.”

İbrahim Çallı, Atatürk ile en çok birlikte olabilen ressam­ların başında gelir. Atatürk zamanı olmadığı için ressam­lar karşısında poz vermekten hoşlanmazdı. Çallı bir gün Atatürk’ün portresini yapmak istedi. Atatürk, “Çallı, sen gözündeki Atatürk’ü mü, yoksa gönlündeki Atatürk’ü mü çizeceksin?” diye sordu. Çallı “Elbette gönlümdeki Atatürk’ü Paşam” diye­rek yanıt verdi.

Atatürk “O zaman bana ihtiyacın yok demektir, sen gönlündeki Ata­türk’ü çiz” demiştir.

Çallı gönlündeki Atatürk’ü çizdi­ği portreleri ustalıkla yaptı. Bu değerli tablolar, bir sanatçının ülkesi­nin geleceğine bırakacağı en değer­li sanat hâzineleri oldu.

Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte yaşamın her ala­nında yaşanan yenileşme hareketleri, sanatın her dalında da yaşandı. Oluşturulan “Sanat Programı” çerçevesinde 1938-1945 yılları ara­sında ressamlarımız gruplar halinde yurdun dört bir yanına gönderildi.

Doğduğu değil, sanata doyduğu kente âşık olan İbrahim Çallı İstan­bul dışına çıkmadı. “Yurt Gezileri” sergilerine İstanbul resimleri ile katıldı. Yaşamı boyunca izlenimci bir üslupla yaptığı resimleri, müze­lerde ve birçok özel koleksiyonda yerini aldı.

Altmışbeş yaşında yaş haddin­den emekli oldu. Akademideki en büyük atölyelerden birine, Milli Eği­tim Bakanlığı’nın emriyle, “Çallı Atölyesi” adı verildi. Resim çalışma­larını yaşamının sonuna dek sürdü­ren Çallı son olarak Yahya Kemal’in portresi üzerinde çalışıyordu.

Rahatsızlığı nedeniyle hastaneye kaldırıldı. Rastlantı bu ya, hastanede kaldığı odada daha önce Yahya Ke­mal de yatmıştı. 22 Mayıs 1960’ta gözlerini kapa­madan önce “Yahya Kemal’in ruhu beni çağırıyor, dostlu­ğumuz orada da de­vam edecek” diyerek son sözlerini söyledi.

Çallı, ressamlığı, Atatürk ile yakınlığı, öğretmenliği denli nükteleri ve hakkında yazılan fıkralar ile de ünlüydü. Bunların bir­ çoğunu kaleme alan Falih Rıfkı Atay onun­ la ilgili bir anısını şöy­le dile getiriyor:

“Bir gün ‘Çallı’ de­miştim, ‘Yahya Kemal senin Paris’te yıllarca kalıp da ekmek su is­teyecek kadar bile Fransızca öğrenmedi­ğini’ söyler. Peki, kah­velerde garsonlardan da mı bir şey istemedin?

Çallı tatlı tatlı güldü.

‘Alacaklarını istemek için onlar Türkçe öğrendiler’ dedi.”

Ünlü sanat tarihçimiz Celal Esat Arseven, “Çallı yaratılıştan büyük bir sanat duygusuna sahipti. Genel kültürü olmamasına karşın yaşamın niteliğini anlamış, doğanın güzel­liklerine âşık olmuş biriydi” diye anlatır.


Songül Saydam, Bütün Dünya Dergisi