Cevat Abbas Gürer

“Mustafa Kemal Paşa’nın, kimsede bulunmayan ilahi denecek kutsal duygular taşıyan bir yaradılışta olduğunu görüyor ve bir defa daha O’na iman ediyorduk.” 

Bu sözler, Anafartalar ve Arıburnu’ndan sonra 1916 yılında Doğu Cephesi’nde de beraberinde bulunmuş olan Yüzbaşı Cevat Abbas Gürer’in o günlere ilişkin duygularıdır.

15 Mayıs 1919 günü IX. Ordu Müfettişlik Karargahı’nı Samsun’a taşıyan Bandırma Vapuru’nun yolcuları arasında Cevat Abbas Gürer de vardır. Mustafa Kemal Paşa, Erzurum’da ordu müfettişliğinden istifa edip yaverlik kordonunu ve rütbelerini söküp attığı zaman, Gürer de hiçbir duraksama göstermeksizin aynı yolu izlemiştir. O’nun davasına ölesiye bağlı bulunan Gürer, O’nun ölümüne kadar ardından ve izinden ayrılmamıştır. 

Sivas Kongresi sırasında Temsil Heyeti Başkatipliği’ni de üstlenmiş olan Gürer, son Osmanlı Meclisi Mebusanı’na Bolu Milletvekili olarak gönderilmiş ve daha sonraları da Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne katılmıştır. 

Doğu Cephesi’nden İstanbul’a dönen Gürer, bir anısını şöyle anlatmaktadır: 

İstanbul’a geldiğimiz günü hiç unutmam. Şehrin çok acıklı bir durumu vardı. İstanbul, düşman donanmalarının limana girme felaketinin yasını tutuyor ve bu yasa Mustafa Kemal Paşa’yı da ortak ediyordu. 

Mustafa Kemal Paşa ve ben askeri ulaştırmanın bir köhne motoru ile denizin ortasına yaslanan bu çelik ormanın içinden geçiyorduk. Atatürk’ün zarif dudaklarından: “Geldikleri gibi giderler” cümlesini işittiğim zaman; Mütarekenin doğurduğu derin ve elemli umutsuzluğu hemen unutmuştum. Karşılığında acele ettim: 

Size nasip olacak, siz bunları kovacaksınız Paşam, dedim. 

Gülümsedi, aziz başının içinde belirmeye başlayan vatanı kurtarma planlarını bir an için yeniden geçiriyor gibi daldı, sonra: 

Bakalım, dedi. 

28 Mart 1918’de Mustafa Kemal Paşa’nın Şişli’deki evinde söyleşide bulunan Ruşen Eşref (Ünaydın) anılarının bir bölümünü şöyle sergiliyor ve Mustafa Kemal Paşa konuşmasını sürdürüyor: 

” -Ortalık ağardıktan sonra düşman, Conkbayırı’nı gerçekten cehenneme çevirmişti. Denizden, karadan büyük çaplı topların değişik türde mermileri Conkbayırı göklerinde bitmez tükenmez yıldırımlar oluşturuyordu.“

Buraya kadar konuşmamızı sessiz durumda dinleyen Paşa’nın Yaveri Yüzbaşı Cevat Abbas (Güler) kalın, sertliği hoşa giden bir sesle:

– “Bu şarapnel misketlerinden bir tanesi de Paşa’nın göğsünü okşamıştı”, dedi.

– Nasıl? dedim.

“Bulunduğumuz yer, tamamen saldırıcıların arasında idi. Paşa da ilerleyen askerlerimizi izlerken göğsüne son derece kuvvetli bir şeyin çarptığını duymuştu.”

Mustafa Kemal Paşa:

-“Evet, sağ tarafta ceketimde bir kurşun yeri gördüm. Yanımda bulunan Nuri (Conker): “Efendim, vuruldunuz” dedi. Ben, böyle bir sözün yayılmasını askerlerimizin manevi gücü üzerinde yapacağı olumsuz etkiyi düşündüm. Elimle onun ağzını kapadım:

Sus! dedim.

Cevat Abbas Gürer devamla:

– “Bir şarapnel misketi göğsünün sağ tarafına tam saatinin bulunduğu cebe isabet etmişti. Saat parça parça oldu. Fakat o vuruş Paşa’nın göğsünde hafif bir leke bırakmaktan ileri geçememişti” dedi.

Mustafa Kemal Paşa:

-“Parçalanmış o saati savaştan sonra Liman Von Sanders Paşa Hazretleri bir hatıra olarak aldılar. Bana da aile soyluluk armasını taşıyan saatlerini verdiler” dedi.

1936 yılı Temmuz’un 18’ini 19’una bağlayan gece, Florya Köşkü’nde O’nun sofrasında bir rastlantı olarak bulunan Gürer’in oğlu Kemal’i dersleri çerçevesinde sınava tabi tutan Atatürk, daha sonraları konuşmalarını şöyle sürdürür:

“- Bu sofraya ilk defa geldin. Buradaki duygularını söyleyebilir misin? Kemal” diye sordu. Kemal: 

-“Sofranızda ilk defa oturabilmek mutluluğunun derin heyecanı içindeyim. Duygularımı arz edemeyeceğim için büyük affınızı rica ederim Atatürk’üm.”

Karşılığında bulundu. Bunun üzerine Atatürk:

“Peki, öyleyse senin duygularını ben sana not ettireyim, sonra kalk söyle!”.

Buyurdular ve aşağıdaki notları büyük bir içtenlikle sevdiği ve son derece önem, değer verdiği ve güvendiği Cumhuriyet çocuklarına anı olarak gece yarısından sonra, saat biri elli beş dakika geçerken; Kemal’e yazdırdılar:

Not: 1- “Sizi ilk defa; hayatımın ilk akşamında dinlemekle mutluyum. Burada geniş ruh rahatlığı alanına girdim. Bunun açıklamasını yapayım:

Burada hayatımın ilk akşamında gördüğüm dünyada benim kafamı aydınlatır gibi konuşmalar; güneş altında; kimlerin kafalarını aydınlatmaz?

İşte bu buluş benim için bir mutluluk ölçüsü oldu. Ben işittim karanlıkta O’nun aydınlatan sesini… Gerçekten O’nu anlamak gerekir. İşte O; burada anlaşıldıktan sonra O’nu herkes anladığını iddia ederse, bu iki anlayış arasında kesin ayırım olduğunu iddia edecek benim; Babam gibi…

Karanlıkta tanınan aydınlıkta bırakılmaz. İşte onun içindir ki, Türk ulusu O’nu bırakmaz.

Yalnız, duyuyorum; ben bu günkü Cumhuriyet çocuğu; O’nun bayrağıyım. Ben ve benim gibiler O’nun bayrağı, O’nun sancağıdır.”

Saat ilerliyordu. Montrö’den haberler gelmişti. Atatürk; Ankara’da bulunan İnönü’ye “Zafer senindir, gözlerinden öperim, yarın uçak ile bekliyoruz.” Ve Montrö’deki Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’a:

“Arkadaşlarla Denizevindeyiz, kapı açıldı; telgrafını getirdiler. Okumadan anladım. Boğazları kapamışız. Senin ve asker arkadaşlarımın gözlerinden öperim.” Biçiminde hatırladığım telgraflarını not ettirdiler. Telgraf taslakları genel sekreterliğe gidedursun Atatürk, Kemal’e kara tahtaya beş soru yazdırdılar: 

“1- Lozan tam mıdır? 

2- Lozan’ın bütünlüğünü yadsıyanlar var mıydı? Varsa neden? Yoksa neden? 

3- Boğazların serbest bırakılmasında sakınca var mıydı? Varsa neden? Yokse neden? 

4- Montrö’nün Lozan’la ilgisi? 

5- Boğazlar daha önceleri açık mıydı?” 

Bu sorular sofrada bulunanlara sorulmuştu. Fakat Montrö başarısından coşan Büyük Dahi sorularına karşılık beklemeden; Kemal’e ikinci notu yazdırdılar: 

“Not: 2 – İşte size söylüyorum, işittiniz mi? Bugün bayram günüdür. Sevinç günüdür. Niçin bilir misiniz ey sevgili yurttaşlar? Çünkü, Lozan Montrö’de taçlandırılmıştır. 

Lozan tamdır ve bütünlüğünü daima tarihte okutacaktır. Fakat, onu üzen küçük bir şey, Boğazlar vardı. İşte o Montrö’de çözümlenmiştir. Eğer Türk yüksek duyarlılığı bununla ilgiliyse kesinlikle sevinmektedir, seviniyor ve sevinmelidir. 

Türk çocuklarının yazgısı hep başarılı atılımlardır, hep sevinç veren sonuçlar almaktır. Türk çocukları, yürüdünüz; yürüyorsunuz, yürüyünüz. 

Yaptığınız atılımlar sizi yüksek ülküye ulaştırmak üzeredir, durmayın yürüyün! 

Mutluluk, gençlik, sevinç ve hepsinden sonra dünyaya karşı yüksek bir gurur seni bekliyor. 

Türk çocukları! Son sözümün son kelimesine dikkat!… 

Gurur, ululuk sende temelden vardır. Bunu gösterme! Onu kendi yüksek enerjinin hariminde sakla! Gerektikçe alçak gönüllüğünü göster. Fakat yine gerektikçe göster ezici yumruğunu! 

İşte bu niteliklerinle kanıtlayabilirsin ne olduğunu!.. Benim bugünkü ve yarınki Türk gençliğinden beklediğim nitelik; bu biçimde belirmelidir.” 

Saat üçü geçiyordu. Sabah oluyor, günün aydınlığı pencerelerde beliriyordu.

Atatürk, gramofonda “Yanık Ömer“ plağını çaldırttı. Mehmetçiği savaş meydanlarında canlandıran bu türkü sona erer ermez Atatürk, üçüncü notunun tutulmasını Kemal’e emretti:

“Not: 3 – Şimdi kulaklarımızı ve ruhlarımızı okşayan bu ezgi ile duygulanmış olarak konuşmamızın sürdürülmesine izin vermenizi rica ederim.

Büyük insanlık varlığının anlatımına yarayacak kural, kültür dediğimiz kelimenin üzerinde dikkat, inceleme sonucunda alınabilmiş olan kavramlarla anlamlaşır.

Bu arada bütün modern dillerde kullanılmakta olduğu içindir ki; bizde de (Beauxarts) denilen şey oluşmuştur. Bu kelimeyi Türkler sanıyorum pek haklı olarak: 1. Müzik, 2. Resim, 3. Heykeltraş, 4. Edebiyat, 5. Mimari, 6. Raks, jimnastikten bileşik saymışlardır.

Bu branş, insan topluluklarının yüksek niteliğini göstermede çok büyük önemi kapsar. Bu, yüksek karakter temizliği, beceri, ince yetenek ve işte bunların hepsini yapabilmek, sanatçılığını birleşmiş anlatımıdır.

Bu sorun üzerinde bizim de, çocuklarımızın da birlikte durmamız gerekir.

Güzel sanatlarda başarı; bütün devrimlerin başarılı olduğunun en kesin kanıtıdır. Bunda başarı sağlayamayan uluslara ne yazıktır. Onlar, bütün başarılarına karşın uygarlık alanında yüksek insanlık sıfatıyla tanınmaktan her zaman yoksun kalacaklardır.

İşte bunun içindir ki; biz elimize aldığımız Büyük Türk ulusunun başarısına çalışmakla mutluyuz. Ne yazıktır ki; biz dahil, bizzat bu işte geriyiz. Çocuklarımız, gençlerimiz babalarından gördükleri noksanları; dünyaya bakarak tamamlamaya çalışmaktadırlar, çalışmalıdırlar!” 

Bu notundan sonra Atatürk; eksikliği ve büyüklüğü kuşku götürmeyen Türk tarihinden ve ana dil olan Türkçe’den; ona özgü engin ve taşkın bir inanla söz ettikten sonra dördüncü notunu yine Kemal’e tutturdu:

“Not: 4 – İşittiğimiz sözlerden şu anlamı toparlar gibi olduk; meğer ki kendi kendine insanım, toplumum, nihayet milletim diye gelmekte olan varlıkların bilim sözlüğündeki anlamı; yüksek, uygar ulusların sözlerinde bile açıklanmamıştır. 

Biz, bu konuda anladıklarımızı hemen bütün dünya kamuoyuna kolaylıkla anlatabileceğimizi sanmıyoruz. Fakat, bizim bu insanlık, uygarlık ve son olarak imtisası sonucunda adam olduklarını sananlara, uygarlığın eski sahibiyle onların sanının arasındaki farkı şimdiye kadar gösterememiş olmamız, bizden evvelkilerin acı bir kusuru olduğu bu basit konuşmalardan anlaşıldı.

Bu sözlerle Türkiye Cumhuriyeti’nin, özellikle bu günkü gençliğine ve yetişmekte olan Türk çocuklarına sesleniyorum: Batı senden, Türk’ten çok geriydi. Anlamda, düşüncede, tarihte bu böyleydi. Eğer bugün Batı nihayet teknikte bir üstünlük gösteriyorsa, ey Türk çocuğu, o kabahat senin değil, senden öncelerin affedilmez savsamasının bir sonucudur.

Şunu da söyleyeyim ki; çok zekisin! Belli. Fakat, zekanı unut. Her zaman çalışkan ol!”

Ne olur, O’nun her konuşması böylece günü, saati, dakikası saptanıp bizlere kadar intikal ettirilebilseydi ne kadar çok yararlanır ve mutlu olurduk. Tarih çok şeyler kazanırdı.

Gürer’in yaşantısı 4.7.1943 günü son bulmuştu.


Kaynak: Atatürk ve Çevresindekiler, Kemal Arıburnu, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1994, ISBN:975-458-064-2