Celal Bayar Atatürk ile Nasıl Tanıştığını Anlatıyor
26.8.1979 Çiftehavuzlar
Yüreğime eğiliyorum, acı taze; dün olmuş gibi. Yılları sayıyorum, uzun bir zaman parçası; kırk bir yıl geçmiş. O gün doğanlar bugün milletvekili, mühendis, doktor, atom bilgini… Gençler görmediler onu… Sesini duymadılar. O ulu insana, büyük Devlet Adamı’na, eşsiz komutana değmediler… Ama hepsinin yüreğinde bir güneş var: ATATÜRK GÜNEŞİ.
Fikir olarak yaşıyorlar, ideal olarak yaşıyorlar, vatan ve millet sevgisi olarak yaşıyorlar Atatürk’ü… Her 10 Kasım’da bizim gibi onların da yürekleri kanıyor! Yaşarken, büyük olmuş, büyük işler başarmış pek çok insan vardır. Fakat öldükten sonra, Atatürk gibi her gün biraz daha büyüyen, güçlenen, yasalaşan adam seyrektir. Siz bana: “Atatürk’ün özelliklerini belirleyen bir kaç hatıranızı anlatır mısınız?” diyorsunuz. Bir kaç hatıra ile Atatürk’ü anlatmak mümkün mü? Bu, koca bir denizi bir bardağa doldurmak gibi bir iş! Ben, olsa olsa, size bu okyanustan bir kaç damla sunacağım. Size önce, onu nasıl tanıdığımı anlatayım.
“Anzavur’u Def Ediniz”
Mustafa Kemal adının memleket ufkunda bir ümit yıldızı gibi parlaması, Birinci Dünya Savaşı’nda İngilizlerin Çanakkale’yi zorladığı günlere rastlar. Son Osmanlı Ülkesi, Anafartalar’ın bu genç kahramanında bir süredir ters dönen bahtının gülümsediğini hissetti. Hani, birdenbire seviliveren, yayılıveren, yürekleri dolduruveren şarkılar vardır; Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal de -yediden yetmişe- bütün ülkenin insanları tarafından dilden düşürülmez oldu. Ben de Mustafa Kemal Paşa’ya büyük bir asker olarak, o yıllarda inandım ve hayran oldum. Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıktık. İstanbul Osmanlı Mebusan Meclisi, İtilaf Devletleri tarafından kapatılıp dağıtıldı. Ankara’da birinci Büyük Millet Meclisi kuruluyordu. Çalışmalarımı sürdürmek için oraya giderken, Bursa’daki ailemi ziyaret etmek istedim. Deniz yolundan Bursa’ya gitmek tehlikelerle dolu idi. Çünkü Saray ve işgal kuvvetleri tarafından tutuklanmak için aranıyordum. İzmit üzerinden de geçemezdim; İngilizlerin işgali altında idi. Çok zahmetli bir yolculuktan sonra, Bilecik üzerinden Bursa’ya geldim. Çekirge’deki evimize ineli on dakika olmamış tı ki, kapı çalındı. Gidip açtım. Kapı aralığından bir el uzandı ve avucuma bir kağıt bırakıp kayboldu!.
Gelen adamın yüzünü bile göremedim. Bu bir Ankara telgrafı idi. “Servis” derlerdi adına postahaneler! Açtım, imzasına baktım:
“Heyet-i Temsiliye namına Mustafa Kemal.”
Donakaldım. Mustafa Kemal Paşa, beni Bursa’daki evimde nasıl bulmuştu! Beni, işgal kuvvetleri tutuklamak, Malta’ya sürmek için arıyorlar, bulamıyorlardı. Saray, bütün zabıta kuvvetleriyle peşimde idi, ele geçiremiyordu. Ankara’da oturan Mustafa Kemal Paşa, hem de telgrafla, beni Çekirge’deki evimde buluyor ve bana ilk emirlerini veriyordu! Saat gibi işleyen bir “Haberleşme servisi” kurulmadıkça, devlet kuvvetleri tarafından ele geçirilemeyen bir insanı telgrafla bulmak mümkün değildir. Bu sefer hayretime hayranlığım da eklendi. Telgrafı okuduğum zaman, MUSTAFA KEMAL’in, ne demek olduğunu anladım! Bana diyordu ki:
“Karacabey, Kirmastı (M. Kemal Paşa) istikametinden Bursa üzerine yürümekte olan Anzavur’un, mahalli Müdafaa-yı Hukuk Cemiyeti ile iş birliği yaparak savletini def ediniz.”
Mustafa Kemal Paşa bu idi! Ankara’da, bir avuç insanın ortasında oturuyor; askersiz, parasız, topsuz, tüfeksiz savaş yapıyordu: “Anzavur’u defediniz!”
Bu, Heyet-i Temsiliye Başkanı Mustafa Kemal Paşa ile ilk temasımdır.
Atatürk’le İlk Karşılaşma
İlk yüz yüze gelişimiz, Ankara’da, Büyük Millet Meclisi’nin Başkanlık odasında oldu. Meclis’e Milletvekili olarak katılmak için Bursa’dan gelmiştim. Kendimi tanıtmak ve çalışmalara başlamak için ziyaretine gitmiştim. Odasına girdim. Kalabalıktı.
Mustafa Kemal Paşa, büyücek bir masanın arkasında vakur ve sakindi. Odanın kenarlarına sıralanmış iskemlelerde milletvekilleri oturuyorlardı. Odanın ortasında sivil bir genç, emrindeki birliğin nasıl bir savaş düzeni içinde bulunduğunu anlatıyordu.
Pek de uygun olmayan bir sırada içeri girdiğimi farkettim. Fakat duraksamadan Mustafa Kemal Paşa’ya doğru yürüdüm ve tanıttım kendimi. “Hoş geldiniz” dedi, eliyle yer gösterdi. Yanına oturdum. O, ayakta, açıklamalar yapan genci dikkatle dinliyordu. Ben, ilk defa gördüğüm bu genç kumandanı, bu genç Devlet Adamı’nı seyrediyordum. Sakin yüzünden insanlara güç ve güven duygusu yayılıyordu. Ara sıra odadaki milletvekillerine bakıyor, sonra yine ayakta açıklamalar yapan genci dinlemeye devam ediyordu. Bu genç, sivil giyinmişti ama, besbelli bir komutandı. Bir yerde Mustafa Kemal, gencin sözünü kesti:
“Kâfi, buyurunuz.”
Genç odadan çıktıktan sonra bize döndü. Hepimizin dinlediklerini bir kaç cümle ile değerlendirdi. Sonra:
“Bu gördüğünüz efendi, dedi, seksen yüz kişilik bir gönüllü birliğinin komutanı… Söylediğine göre, bir tepeyi tutan irtica kuvvetleriyle karşılaşmış, kuvvetini sağ ve sol cenaha ayırmış. Bir kısmı ile kendisi merkezde bulunmuş ve hücuma kalkmış. Ordu muharebesini andıran bir taktik… Hücumun neticesi ne olmuş?. Bunu söylemiyor.. Ben öyle zannediyorum ki, bu genç adam, o söylediği kuvvetlerle karşı karşıya bile gelmemiştir!”
İşte bir Kumandan ki, yüzbinleri yönetmiştir… İşte bir General ki, dünyanın en güçlü ordularına karşı zaferler kazanmıştır. İşte bir Devlet Adamı ki, Türkiye’de hesaba alınması gereken ne kadar insan varsa, nerede ve ne yaptıklarını bilmekte, beni Bursa’daki evimde telgraf ile bulmaktadır. Bu insan, bir gönüllü birliğinin verip vermediği şüpheli bir savaşın teferruatı için, Milletvekilleri ile dolu bir odada, bütün öteki işlerini bir kenara iterek meşgul oluyor, onu realist bir görüşle değerlendiriyor, hükme bağlayıp tasnif ediyor. Hiçbir şeye “Küçük iş” diye sırtını çevirmeyen bu adam, besbelli ki, Devlet Adamı olarak yaratılmıştı.
Kaynak: Bilinmeyen Atatürk, Celal Bayar Anlatıyor, İsmet Bozdağ, Truva Yayınları