Çankaya Köşkü’nün İlk Hanımefendisi Fikriye Hanım

Atatürk’ün Emir Çavuşu Ali Metin anlatıyor:

“Fikriye Hanım, Atatürk’ün üvey amcası Albay Hüsamettin Bey’in kızıydı. Aile, evvelce Selanik’ten İstanbul’a gelip yerleşmişti. Hüsamettin Bey’in en büyük çocuğu Enver’den başka, Fikriye ve Jülide adında iki kızı vardı. Anne ve babalarını arka arkaya kaybeden kardeşler yalnız kalmış ve daha sonra abileriyle darılmalarından ötürü Fikriye ve Jülide büsbütün kimsesiz kalmışlardı. En küçükleri Jülide hastaydı. Büyük Ada’da geçirdikleri bir yangından sonra iki kardeş Heybeli’ye taşınmışlar ve orada Jülide’nin veremden ölümü üzerine Fikriye Hanım çok samimi arkadaşı olan Cevat Abbas Bey’in eski hanımı Memduha Hanım’ın Sultanahmet’teki evine gitmişti. Hüsamettin Bey sağlığında Zübeyde Hanım ve diğer hemşehrileriyle çok iyi görüşürmüş. Fikriye Hanım o zaman küçük bir kızmış. Atatürk ile aralarında 15-16 yaş fark varmış. Atatürk Anadolu’ya geçtikten sonra yakın akrabalar Fikriye Hanım’ı Atatürk’e yardımcı olarak göndermeyi düşünmüşler. Esasen çok yalnız kalan Fikriye Hanım da Atatürk’e mektup yazarak durumu bildirmiş ve muvafakati üzerine Ankara’ya hareket etmek kararını vermişti.Böylece Fikriye Hanım İnebolu üzerinden Kastamonu’ya gelmiş ve beklenen misafirin geldiği hakkında vali tel çekmiş. Atatürk beni yanına çağırarak:

“Ali, çok yakında bir misafirimiz gelecek, yer hazırla.” buyurdular.

Ben de nasıl bir yer hazırlanacağını iyice anlamak için:

“Paşam, hemşireniz mi gelecek?” dedim.

Atatürk:

“Hayır, Fikriye Hanım isminde bir hanım gelecek.” Diyerek kalem mahsus müdürü Hayati Bey’i çağırmamı emrettiler. Hayati Bey’i çağırdım. Ona, Kastamonu Valisi’ne, gelen misafirin Ankara’ya çıkarılması için tel çekmesini söylediler. Nitekim kısa bir müddet sonra da Kastamonu Valisi; misafirin yola emniyetle çıkarıldığını telle bildirdi. Fikriye Hanım’ı bekliyorduk.

Atatürk o zaman istasyonda bulunan ve halen müze olan binada oturuyorlardı. Otuz beş kişi olan karargâhın tabldotundan yemek yiyorlar ve bir kadın ihtimamı görmüyorlardı. Bulunduğumuz binaya çamaşır yıkamak için yalnız bir Musevi kadını geliyordu. Atatürk’ün bütün hizmetlerini elimizden geldiği kadar biz görüyorduk. Tabii ki kendilerine bir kadın gibi bakamıyorduk. Bu yönden karargâha bir hanım gelmesine hepimiz sevinmiştik. Atatürk biraz bakılacak ve rahat edecekti artık.

Zannederim Haziran ortalarında idik. Bir gün öğleden sonra binanın dış kapısına yaylı bir arabanın geldiğini ve muhafızların arabayı durdurduklarını posta eri haber verdi. Atatürk mecliste bulunuyorlardı. O zaman binanın çevresinde tahta parmaklık vardı. Şimdiki Gar Gazinosu’nun olduğu yer bomboş bir kırdı.

Hemen koşarak arabayı karşıladım. İçerisinde çarşaflı ve yüzü açık bir hanım oturuyordu. “Fikriye Hanım siz misiniz?” diye sorduktan sonra içeriye aldım ve ayırdığımız odaya götürdüm. Fikriye hanım eşyalarını yerleştirirken ben de meclise giderek Atatürk’e yolcunun geldiğini bildirdim. Çok memnun oldular ve biraz sonra geleceklerini söylediler.

Fikriye Hanım’a ayırdığımız odada evvelce ben yatıyordum. Odada bir kanepe ve birkaç koltuktan başka bir şey yoktu. Siyah renkte bir mektep karyolasının üzerine tahtalar dizerek yatak hazırlamıştım. Binanın her tarafı çıplak denecek kadar eşyasız idi. Çankaya Köşkü’ne taşınıncaya kadar Fikriye Hanım burada hayli mahrumiyet çekti.

Fikriye Hanım her geçen gün hepimizde çok iyi tesirler bırakmaya başlamıştı. Çok sakin, temiz kalpli ve becerikli bir hanımdı. Uzun boylu, balık etinde, siyah gözlü ve kumral saçlı ve oldukça tahsilli çok güzel bir hanımdı. Bulunduğumuz binayı temizleyip güzel bir ev haline getirince kadar uğraştı. Binaya perdeler almış, onları dikiş makinesi olmadığı için günlerce çalışarak eliyle dikmişti. Her tarafa çiçekler konmuş, tabldot düzelmiş, yemeklerimiz intizama girmişti.

Senelerden beri elbise çamaşırları ütü ve kola görmeyen Atatürk Fikriye Hanım’ın gelmesiyle muntazam giyinmeye ve yemeye başlamıştı. Atatürk, gece gündüz aralıksız çalıştıklarından Fikriye Hanım ile meşgul olamıyorlardı. Fikriye Hanım ise binayı tertipledikten sonra tabldotumuzu ve hatta yakınımızda bulunan muhafız bölüğünün yemeklerini de düzelttirmişti. Bütün gün yorulan Atatürk çoğu zaman yatmaya geldiği bu eve tam bir huzurla girer ve rahat ederlerdi. Yemek, tabldot şeklinde olmasına rağmen Fikriye Hanım’ın basit kaplarda ara sıra yaptığı ilave yemekleri yerler ve çok memnun olurlardı.

Fikriye Hanım 22 yaşında olmasına rağmen gençliğinden ümit edilmeyecek kadar olgun ve müşfik bir hanımdı. İlk zamanlar işlerini bitirdikten sonra çoğu zaman kitap ve gazete okur ve pek sıkılırsa bir fayton gezisi yaparlardı. Atatürk onun bütün hayatını dolduruyordu. Bu evde yaşamaktan derin bir haz duyduğu belliydi. Tek görüştüğü arkadaş Hacı Doğan Mahallesi’nde oturan Doktor Sıtkı Bey’in eşi Nazlı Hanım’dı. Ara sıra cepheden vakit buldukça Ankara’da kalan Halide Edip Hanım da gelip giderdi.

Çankaya Köşkü’ne taşınmıştık. Fikriye Hanım bu köşkü de gece ve gündüz çalışmak suretiyle düzeltmiş, imrenilecek bir hale getirmişti. Zamanla köşke bir piyano alınmış ve Fikriye Hanım az bildiği piyanoyu ilerletmeye başlamıştı. Çankaya’ya taşındıktan sonra çarşafını çıkarmış ve tayyör giymişti. Zannederim bu talihsiz kadının en mesut günleri Çankaya’da geçmeye başlamıştı. Misafirler artmış, köşkün hizmetleri çoğalmıştı. Bunun üzerine köşke iki hizmetçi ve erkek aşçı alınmıştı. Ziyaretçiler arasında Ruşen Eşref, Ankara Kumandanı Fuat Paşa, Siirt Milletvekili Mahmut, Fethi Okyar, Kâzım Özalp, ve Salih Beyler aileleriyle başta gelmek idiler. Fikriye Hanım’ın ev sahipliğinden ve misafirperverliğinden herkes çok memnundu. Hatırladığıma göre Çankaya’ya taşındıktan altı ay kadar sonra Zübeyde Hanım’ı ve evlatlıkları Ayşe’yi Adapazarı’ndan Atatürk ile beraber getirmiştik. Fikriye Hanım Atatürk’ün valideleri Zübeyde Hanım’a gerekli hürmet ve sevgiyi göstererek Zübeyde Hanım’ın gönlünü kazanmaya çalışıyordu. Bilhassa Atatürk cephede bulundukları zaman Zübeyde Hanım ile Fikriye Hanım kaynaşıyor ve müşterek üzüntülerine teselli bulmaya çalışıyorlardı. Nitekim biz büyük taarruzda cephede iken Atatürk’ün esir olduğuna dair haberler Çankaya’ya kadar gelmiş ve Çankaya sakinlerini günlerce üzmüş ve ağlatmıştı. Fakat Atatürk sağ salim döndüğünde Zübeyde Hanım oğluna (Mustafam evlen artık) diye devamlı ısrarlara başlamıştı. Nedense Fikriye Hanım’dan hiç bahis edilmezdi. Fikriye Hanım bütün olanları görüyor ve göremediklerini de hissediyordu. Ne kadar belli etmemeye çalışsa her gün biraz daha artan üzüntüsünü görmemeye imkan yoktu. Köşkün üzerinde Fikriye Hanım’ın saadetini gölgeleyecek kara bulutlar toplanmaya başlamıştı artık.

Fikriye Hanım Atatürk’ü çok seviyordu. Atatürk’ün de ona kayıtsız olduğunu zannetmiyorum. Ne yazık ki sonu gelmeyecek olan bu karşılıklı sevginin hüznü her iki tarafa da çökmüştü. Atatürk zaferden sonra İzmir’den Ankara’ya döndükleri zaman Latife Hanım’ın yakın ilgisinden ve ikramından annelerine çok bahsetmişlerdi. Zübeyde Hanım da “Mustafam o kızla evlen, gözlerimi kapamadan mürüvvetini göreyim” diye çok ısrar ediyor.

Bir gün Atatürk köşke erken gelmiş kendilerine bir kahve annelerine de süt söyleyerek annesinin odasına girmişlerdi. Biraz sonra kahve ile sütü içeriye götürdüğüm zaman Zübeyde Hanım Atatürk’ün saçlarını okşuyor ve ona “Mustafam benim sözümü tut artık, ne olursun” diye rica ediyordu. Bunun üzerine Atatürk bana dönerek: “Ali sen ne dersin?” deyince, ben de: “Paşam bütün Türkiye bunu bekliyor” dedim. Bu sözüm üzerine Zübeyde Hanım: “Bak Ali bile ne söylüyor.” demişti.

Fakat ben evlenme konusu açılınca aklıma Fikriye Hanım’dan başkasını getiremiyordum. Nitekim Zübeyde Hanım ile Fikriye Hanım’ın odaları yan yana idi ve arada da bir kapı vardı. Bu odada konuşulanları Fikriye Hanım’ın duymamasına imkan yoktu. Atatürk bana: “Fikriye’ye git bak bakalım ne yapıyor” deyince hemen Fikriye Hanım’ın odasına koştum. Karyolasının üzerine uzanmış elindeki gazeteyi okumaya çalışıyordu. Hakkında verilecek kararın soğukluğunu hissetmiş olduğu endişeli gözlerinden belliydi. Geri dönüp durumu Atatürk’e anlattığım zaman çok üzülmüşlerdi.

Fikriye Hanım o günlerde bronşit olmuş ve biraz zayıflamıştı. Muhakkak ki hissettiği bu olayların tesiri çoktu. Doktor Adnan ve Refik Beylerin kısa bir tedavisinden sonra bir müddet hava değişimi yapması için İsviçre’ye gitmesi tavsiye edildi. Atatürk derhal muvafakat ederek hatırladığıma göre Fikriye Hanım’ı bizzat Mudanya’ya kadar götürmüştü. Fikriye Hanım’ın bu gidişinden sonra Atatürk annesinin ısrarına dayanamayarak evlenme fikrine razı olmuştu. Böylece fotoğraf subayı Esat Bey’in çektiği resimlerden başka köşkte bir şey kalmadı. Uzun bir müddet sonra Ankara’ya ilk gelişlerinde Latife Hanım konusunda anlatıldığı üzere Latife Hanım ile araları bozulmuş ve bir seneye yakın bir müddet Ankara’ya gelmemişti. İkinci gelişinde ben izinli olduğun için intihar denilen olayı daha sonra öğrenmiş ve Fikriye Hanım’ın yanından hiç eksik etmediği çok küçük, sedef saplı bir tabancayı üzüntüyle hatırlamıştım.

Not: Şimdiki Etnografya müzesinin bulunduğu bu tepe ve yamaçları Türk mezarlığı idi. Fikriye Hanım’ın mezarı oradadır.”

Kaynak: Atatürk’ün şimdiye kadar yayınlanmamış anıları, Anlatan: Ali Metin, Atatürk’ün Çavuşu. Yazan: Ziya Oranlı, Alkan Matbaası, Ankara, 1967, sayfa: 85-91