Büyükada’daki Yalnız Kız: Füreya
Bu röportaj, Ahmet Ahmet Yücekök tarafından 22 Mart 1988 tarihinde yapılmıştır.
“…İSTEDİM Kİ BİRKAÇ SENE DAHA ANKARA’DA YERLEŞEBİLSEM VE ATATÜRK’E DAHA YAKIN OLABİLSEM… BENİ ÇOK SEVERDİ… BUNUN İÇİN DE ZAMAN GEREKİYORDU… MAALESEF O ZAMANI BULAMADIM… 1937’DE HASTA OLDU VE SONRA…”
Sanatçı Füreya Koral, “1946 sonu ben kendimi İsviçre’de sanatoryumda buldum. Bir iki yıl tedavi gördüm. İsviçre’de hastalanmasaydım ben seramikçi olamazdım” diyor.
Ve Füreya Hanımefendi de yaşamını etkileyen üç olayı bize şöyle anlatıyor.
-1910’da Büyükada’da doğdum. Büyük ve güzel bir bahçenin içindeki büyük bir köşkte. 4-5 yaşına kadar orada kaldım. Sağlığımdan dolayı annem çok titizlenir ve beni kimseyle konuşturmazdı. Yani hep o bahçenin içinde yetişmişimdir. Bahçenin demirleri üzerinden bakar hep imrenirdim mahalle çocuklarının oyunlarına. Ben kolalı esvap giymekten illahlah diyorum onlar bakardım ne güzel rahat rahat düşerler kalkarlar, satıcı gelir satıcıdan bir şey alırlar yerler. Hepsi bunlar benim için yasak olan şeylerdi tabii. İnsan yasak olan şeyleri seviyor. O zamanlar Büyükada 10-15 ailenin sürgün gibi yaşadığı ıssız bir yer. Zannediyorum bunlar beni çok etkiledi, bir yalnızlık hissi uyandırdı. Aynı zamanda da o bahçenin duvarlarından kurtulmak arzusu içinde kendimi bildim bileli bir özgürlük isteği bir tutkusu yerleşti bende. Sonra çeşitli dönemlerde hayat şartlarının çok değişik olmasına rağmen tutarlı bir çizgi izledi. Bu çizgi özgürlük çizgisiydi. Ve bu özgürlük çizgisi büyümemin koşullarından kaynaklanıyordu sanıyorum.
Çocukluğum ve Büyükada’dan hemen sonra bu özgürlük duygumu canlı tutan bir anım daha var. Ben işgal İstanbul’unda yaşadım. Ingiliz subayların, onlara tercümanlık yapan azınlık kızların küstahlıklarını, işbirlikçileri katiyen unutamam. Çektiklerimiz başka türlü İdi.
Ve bir genç kız olarak, Beyoğlu’nda Cercle d’Orient’in balkonundan Refet Paşa’nın şehre girişini seyretmiş Füreya Hanım. Bütün şehir herkes çılgınlar gibi. Taksim’den Tünel’e halılar serilmiş ve binalardan çiçekler yağıyor… Küçücük bir Refet Paşa ata binmiş halıların üzerinden geçmiş gitmiş…
– Bu özgürlük duygum ve başlayan devrim hareketleri bende bir “Çalıkuşu” olma eğilimi yarattı. Anadolu’ya gitme hevesi doğurdu. Bu arada babam rahatsızlandı, ev düzenimiz biraz bozuldu. Ben de düşüncelerimi uygulamak istiyordum. Onun için bir talibim çıkınca ona düşüncelerimi açtım. Olumlu karşıladı. Çiftçiydi. Ben de tek başıma yapacaklarımı bir çiftlik sahibi ile daha kolay yaparım dedim. Evlendim ve Bursa’ya gittim. Gittiğim çiftlik bir köy odası gibi bir yer. Ne tuvalet var ne su var. Orada kalmama imkân yok. Ancak yakında köyde bir ev vardı, orada kalabilirdim oradan çiftliğe gidip gelebilirdim. Bütün emelim kendimi orada kabul ettirmekti. Ben oraya giderken çocuklara bir sürü hediyeler aldım elbiseler aldım ki bir yakınlık kurabileyim çocuklarla diye. Fakat o kadar şaşırdım ki ben bir yere giderken kadınlar kapılarının önüne çıkar seyrederlerdi beni. Vahşi bir hayvana bakarmış gibi. Dönüşümde içeri girerlerdi. Çocuklara yaklaşırım. Bir şey vermek isterim. Ya atarlar ya da gülerek kaçarlar. Bir, iki, üç hep böyle. Kesinlikle bir diyalog kuramıyorum. Kocamın ailesi “Yavaş yavaş olur” dediler. Ben sabırla gayet ilkel bir şekilde yaşadım orada.
– Niye kaynaşmak istiyordunuz?
– Kaynaşmak istiyordum. Okul yapmak, hastane yapmak orada köy enstitülerinin yaptığının çok daha ufağını yapmak istiyordum. Hayal ediyordum. Genç kızlık heyecanıyla Türkiye’ye bir katkıda bulunmak istiyordum. Benim fikirlerimi kabul etmiş gözüken kocamda oraya gittikten sonra tamamıyla oranın adamı olmuştu.
– Anlaşılan siz de devrimlerle getirilen Batılı kurumların kaderini yaşamışsınız. Onlar da Türk halkı ile aralarında var olan bir sosyolojik uçurum nedeni ile tepki gördüler. Tabii sizin işiniz daha zor. Ne Cumhuriyet ordunuz var, ne Takrir-i Sükûn Kanununuz ne ismet Paşanız.
– Büyük bir düş kırıklığı ile İstanbul’a döndüm. Ve bir süre sonra tamamen zıt bir hayata girdim. İkinci eşim Kılıç Ali Bey’le evlendim. Bu benim hayatımı değiştiren ikinci önemli olay oldu. Babamla Yalova’ya gittiğimizde ben annemle çınar altında oturuyordum Atatürk geldi. Etrafındakilerle oturdu Annemi eskiden tanıyormuş. Görünce masasına davet etti. Tabii ben de beraber gittim Dolayısıyla orada Kılıç Ali’yi tanıdım.
– Kılıç Ali Bey’le evlenmenizde Atatürk’e olan yakınlığı ve sizin Atatürk devrimlerine olan ilginizin bir katkısı oldu mu?
-Tabii muhakkak Atatürk’ü yakından tanımak çok istiyordum. Biliyordum da çok yakını olduğunu. O yüzden onunla üç sene Ankara’da geçirdiğim hayat çok ilginçti. Çünkü devamlı Atatürk konuşulurdu. Atatürk gelir Atatürk gider, Atatürk şunu yaptı bunu yaptı gibi… Saati saatine takip ettim Atatürk’ü. Evime geldi Atatürk’le çok uzun konuştum, bu benim için çok önemliydi.
– 1935’ierin Ankara’sı nasıl bir yerdi sizce?
– 1935’lerin Ankarası nasıl bir yer pek bilmiyorum doğrusu. Çünkü ben hep Atatürk’ün muhiti içindeydim. Benim İstanbul’dan Ankara’ya yerleşmiş dostlarım vardı. Onlarla bile çok az görüşürdüm. Çünkü vakit yoktu. Kılıç Ali’nin çok yakını olması dolayısıyla olmuyordu. Mesela yemeğe davet edemezdim misafir. O akşam onu Atatürk çağırır onsuz yemek yerdim.
– Halkın bir parçası olmak halka bir şeyler götürebilmek için bir Bursa döneminiz var. Ankara’da tabiri caiz ise suyun başındaydınız. Orada ileriye dönük bir şeyler yapmak düşündünüz mü?
– Çok düşündüm. Fakat çok güç olduğunu gördüm.
– Neden çok güçtü? Bir kadın için mi güçtü?
– Hem bir kadın için güçtü hem de ortam müsait değildi. Gene de bir yabancıydım. Ankara’da bile bir İstanbulluydum.
– Daha çok bir erkekler dünyası mıydı?
– Evet ve düşündüm ne yapabilirim diye. Ama anladım ki ancak birkaç sene daha orada yaşayabilirsem ve Atatürk’e daha yakın olabilirsem. Çünkü beni çok severdi. Belki o zaman bir imkân bulabilirdim. Ama bunun için de zaman gerektiğini hissettim. Maalesef o zamanı bulamadım. 1937’de hasta oldu ve sonra… Hiç aklıma gelmezdi bu kadar çabuk öleceği. Sonra İstanbul’a geldik, Atatürk’süz bir hayat. Kumar, eğlence, içki. Benim hiç ilgimi çekmeyen bir hayatın içine girdim. Yani böyle nahoş bir hayattı. Bazen düşünürdüm ben nasıl devam ettiriyorum bu hayatı diye. Fakat ettirdim. Çünkü Kılıç Ali düşmüş bir insandı. Çok yalnızdı. Güzel bulmadım kendimce. İyi bir zamanında evlenip de sonra böyle bırakmayı. Ve böyle gitti. Nasıl gittiyse. Tam 19 yıl. Hayatımın üçüncü olayı hastalanıp tedavi için Avrupa’ya gitmem ve orada seramik sanatıyla tanışmamdır. 1946 sonu ben kendimi İsviçre’de sanatoryumda buldum. Kendi özel hayatıma nasıl yön vereceğimi bilmezken bir de hastalık. Bir de kıpırdamamak, odanın içinde kalmak. Artık bir sene mi iki sene mi? İnsan bir de yalnız olunca… Tedavinin yanı sıra bir şeye bağlanmak lazım. Teyzem Fahrünissa Zeyd resim yapmaya zorladı. Ama o özgürlük tutkusu gene geldi. Ondan etkilenmek istemedim. Ama öbür teyzem Aliye Berger beni plastikle tanıştırdı. Yapıyorsunuz, havada kuruyor sonra üzerini boyuyorsunuz. Uğraştım yaptım. Bayağı hoşlandım. 5-6 ay bunlarla uğraştım. Biliyorum ki İsviçre’de hasta olmasaydım, ben seramikçi olamazdım. Küçük küçük atölyeler var. Telefon ediyorsunuz, malzeme istiyorsunuz kapınıza geliyor. Bir franklık bir aleti gönderirler postacı kapınıza getirir, parasını verip alırsınız. Bu, dünyanın hiçbir yerinde yoktur. Kitaplar getirttim. Şunu doğru dürüst toprakla yapayım dedim. Toprak getirttim yaptım. Resim dersleri de alıyorum bu arada. Sonra Paris’e geçtim birkaç yıl sonra. Orada atölyem oldu. İşin tekmil taraflarını orada mükemmelleştirdim. 1.5 sene kadarda o sürdü. O zaman bile ben bu seramik işinin hayatımı doldurup dolduramayacağını bilemiyorum. Dostlarım teşvik etti, ilk sergimi açtım. Çok iyi kritikler aldım. O sırada İstanbul’da Maya galerisi açılmıştı. Adalet Cimcoz benim çok iyi dostumdu. Onlara Paris’ten davetiyeyi gönderdim, yazıları gönderdim. Onlardan cevap aldım. Benim niyetim sergiden sonra İstanbul’a gelmek. Çok düşündüm İstanbul’a geleyim mi, orada kalayım mı diye.Ama maddi imkânlarım yoktu. Onun için İstanbul’a döndüm 1951 yılında.
-Tek partili dönem sona ermişti. Enflasyonist bir kalkınma politikası, sanatta da bir hareket yaratmış mıydı?
– Evet, döndüğümde daha farklı bir İstanbul buldum. Daha önce sergiler ya Galatasaray Lisesi’nde ya da Fransız konsolos hanesinde hangar gibi bir yerde yapılırdı. Hiçbir galeri yoktu. 51’den sonra İstanbul bayağı kaynaştı. Mesela Adalet’in Maya galerisi bir okul gibiydi. Bütün şimdi tanınmış sanatçılar oradan yetişmişti. Sadece resimle ilgili olanlar değil, yazarlar tiyatrocular gelirdi. Her akşam tiyatro, edebiyat, sinema üzerine konuşulurdu. İstanbul’a gelince atölyemi açtım, evimi yerleştirdim. 51’de ilk sergimi açtım. O zaman daha Türkiye’de ne seramik sergisi ne de atölyesi var. Ve bu benim üçüncü olayım ve üçüncü evliliğim oldu. Çünkü üçüncü evliliğimi ben seramikle yaptım.
Geri bildirim: Füreya Koral Kimdir? Füreya Koral Hayatı ve Eserleri