Büyük Türk Düşünürü Ziya Gökalp

Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan önce bir düşünürümüz, ulusculuk, halkçılık, devletçilik ve laiklik gibi ilkeleri kaleme alarak bu çağdaş görüşleri halka duyuruyor, öğretim birliği, kadın hakları, ezanın, Kuran’ın, hutbe ve duaların Türkçeleştirilmesi kavramlarını halka benimsetmeye uğraşıyordu.

Bu düşünürümüz, Batı uygarlığının savunucusu ve çağdaş devrimci atılımların yol göstericisi olan “aydınlıkların simgesi” Mehmet Ziya idi.

Üzerinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu ve yükseldiği temelin hem taşlarını, hem de bu taşları bütünleştiren harcı oluşturan ilerici görüşlerin sahibi bu düşünürü Türk halkı, gerçek adıyla tanıyamadı.

Çünkü o, tüm bu görüşlerini açıkladığı yazılarını, kendi oluşturduğu bambaşka bir adla imzaladı. Türk halkı bu nedenle onu kendi adıyla tanıyamadı; hayranlık duyduğu ve yararlanmak istediği bu görüşlerin sahibini, “Ziya Gökalp” adıyla tanıdı.

Mustafa Kemal de özel bir saygı ve ilgi duyduğu bu düşünürü “Ziya Gökalp” adıyla tanıyordu. Özel defterine 1916 yılında onun “Ömer Naci” başlıklı şiirini almış, şiirin altına ise şairinin adını “Ziya Gökalp” olarak yazmıştı.

Yıllar sonra onla tanışıp, yüz yüze görüşmek için Ankara’ya davet ettiğinde gerçek adını öğrenmiş, fakat tüm yaşamı boyunca onu, yıllar önce tanıdığı adıyla anmıştır.

Ziya Gökalp Adana’da (önde soldan birinci)

Mustafa Kemal’in özel buyruğuyla Ziya Gökalp, önce Yayınlar Dairesi Başkanlığı’na getirildi, sonra milletvekili olarak görevlendirildi.

Ziya Gökalp, TBMM Anayasa Komisyonu’nda laiklik, medeni hukuk, basın konularında etkin çalışmalar yaptı. “Türk Medeniyet Tarihi”nin yazımını sürdürürken ise hastalandı, elindeki “görev”ini tamamlayamadı.

Ziya Gökalp’i 25 Ekim 1924 tarihinde yitirdiğimizde yakından tanıyanları, onun ölümü nedeniyle duydukları üzüntüleri yanısıra, onun yaşamış olması nedeniyle duydukları sevinçlerini de dile getirdiler.

Çünkü Ziya Gökalp, yaşamın ilk basamaklarında kendini öldürmek girişiminde bulunmuş, namlusunu alnına çevirerek ateşlediği tabancasıyla yaşamını o an orada bitirmek istemişti.

Bu olayın nedeni, sorun denilemeyecek denli basit bir aile içi görüş ayrılığıydı.

Ziya Gökalp, düşünsel ufkunu genişletmek amacıyla İstanbul’a gitmek istiyor, fakat amcası ile dayısı, onun bu isteğine şiddetle karşı çıkıyorlardı. Ziya Gökalp’in İstanbul’a gitmek istemesi nedeniyle, amca ve dayısının buna engel olmak istemeleri nedenleri arasında, dağlar, ovalar denli uzaklık vardı:

“Babasız koca bir evin büyük oğlusun… Artık amca ya da dayı kızlarından biriyle evlenerek ailenin sahip olduğu arazi ve mülkle uğraşmalısın… Diyarbakır’da bunca arazi ve mülkümüz dururken, bu İstanbul sevdası da ne ola ki?..”

Amca ve dayısının çıkardıkları bu engeller sonunda ruhsal sıkıntılara giren Ziya Gökalp, büyüklerinin bu engellerini de, kendinin bu sıkıntılarını da bir anda ortadan kaldıracak çözümü buldu: Tabancasını işte o an eline aldı.

Ona ilk sağlık yardımını Dr. Abdullah Cevdet Bey ile iki doktor yardımcısı yaptı. Kurşun alın kemiğini delip, beyne girmemiş, alın kemiği üzerine yayılmış, orada perçinleşmişti. Doktorlar, o kurşunu oradan çıkaramadılar. Onbeş günlük çok özel bir bakım sonunda Ziya Gökalp’in yaşamı kurtarıldı, yarası iyileştirildi ama… Çıkarılamayan kurşun, bir alın yazısı örneği, onun tüm yaşamı süresince alnında çakılı kaldı.

“Her olayda iyi bir yan vardır” sözünü bir kez daha doğrularcasına, bu olay da “iyi yan”ını göstermekte gecikmedi.

Yaşamını kurtaran doktoruyla arasında sağlam bir dostluk oluştu. Ziya Gökalp, aydın bir kişi olan Dr. Abdullah Cevdet Bey’in görüşlerinden etkilenmeye başladı. Bu görüşler onda giderek ihtilalci bir bakış açısı oluşturdu.

Birgün kimseye haber vermeksizin, gizli olarak İstanbul’a gitti ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne katıldı. İstanbul’da okumak da istiyordu ama parasızlık yüzünden istediği alanda eğitim görme olanağı bulamadı. Veteriner Okulu parasız yatılı öğrenci alıyordu. O okula girdi. Bu sırada Diyarbakır’da belediye doktorluğu yaparken tanıştığı ve içindeki aydınlanma ateşini yakan Dr. Yorgi’yi görmeye gitti. Dr. Yorgi ona çok önemli öğütler verdi:

“Yapılacak bir anayasa Türk ulusunun ruhundan kaynaklanmalı! Bu anayasa, Türk ulusunun toplumsal yapısıyla uyum içinde olmalı. Bunu yapabilmek için önce Türk ulusunun psikolojisini ve sosyolojisini incelemek gerekir.”

Dr. Yorgi’nin bu görüşleri, gideceği yönü belli olmayan bir gemi örneği dolaşıp, dönen Ziya Gökalp için, demir atacağı limanın adresini oluşturuyordu. Bu limanın adı, “sosyoloji” idi. Onun bu limana yönelişi, bir anlamda Türk sosyolojisinin de temelinin atılışıydı.

Ziya Gökalp, İstanbul’daki çalışmalarıyla belirli kesimlerde rahatsızlık uyandırıyordu. Bu rahatsızlığın sonucu olarak İstanbul’dan Diyarbakır’a sürgün edildi. Diyarbakır’da, amcasının vasiyetini yerine getirdi ve onun kızıyla evlendi.

1908’de Meşrutiyet’in ilanının ardından gizlice oluşturduğu ve çalışmalarını yürüttüğü İttihat ve Terakki’nin Diyarbakır şubesini resmen kurdu. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Selanik’teki ilk büyük kongresine katıldı. Merkez Yönetim Kurulu üyeliğine seçildi ve çalışmalarını yürütmek üzere Selanik kentine yerleşti. Ömer Seyfettin, Ali Canip yönetimindeki “Genç Kalemler” ve “Peyman” adlı yayınlarda yazılar yazmaya, İttihat ve Terakki Okulu’nda sosyoloji dersleri vermeye başladı. Ünlü gazeteci Ahmet Emin Yalman onun yanına asistan olarak verildi. Daha sonra ise, gazeteciliğe yönelen Ahmet Emin Yalman’a bu alanda da yardımcı oldu. 1912 yılında ise Ergani milletvekili oldu.

İttihat ve Terakki kongresine sunduğu raporda “Yeni Bir İnsan Yeni Bir Toplum” anlayışına dikkat çekiyor ve şu benzetmesiyle toplumsal bir yapının aksaklığına tanı koyuyordu:

“İstanbul’da üç çeşit kitapçı vardır: Birincisi Beyazıt’taki sahaflar, ikincisi Beyoğlu kitapçıları, üçüncüsü Babıâli caddesindeki kitapçılar. Sahaflarda eğitim Arapça ve Farsça, Beyoğlu kitapçılarındaki eğitim Avrupa’ya aittir. Babıâli caddesindeki eğitim ise bu öncekilerin perişan çevirilerinden, acemice kendilerinin gibi gösterilmiş yapıtlarla taklitlerinden meydana gelmiştir… Oralarda yetişen Sufi, Levanten, Tanzimatçı tiplerin üçünde de bir karakter görmezsiniz. Ülkemizin en büyük hastalığı birbirleriyle anlaşamayan bu üç türlü zihniyetle yönetilmesidir.”

Ziya Gökalp, İttihat ve Terakki’nin Merkez Heyeti üyesi kimliğiyle ülkenin en güçlü adamlarından biri olmasına karşın iktidar sarhoşluğundan tümüyle uzak kaldı. Hiçbir ayrıcalık istemedi. Halkın yoksul yaşamını paylaşmaktan haz duyuyordu. O zamanki iktidar çevresinde bu büyüklüğü gösteren ondan başka kimse de yok gibiydi.

Ermenilerle yaşanan olaylardan sonra arkadaşlarının yurt dışına kaçma önerisini kabul etmeyen Ziya Gökalp 1919’da tutuklandı. Çıkarıldığı mahkemede “Siz Ermeni katliamına fetva vermişsiniz” suçlaması ile yüz yüze kalınca, bu suçlamaya, tarihe geçen şu savunmasıyla karşılık verdi:

“Ulusumuza iftira etmeyiniz. Türkiye’de bir Ermeni katliamı değil, bir Ermeni-Türk mukatelesi (birbirini öldürmesi) vardır. Bizi arkadan vurdular, biz de vurduk!”

Böyle bir yanıt beklemeyen yargıç Nazım Paşa şaşırdı. Ziya Gökalp’in Malta’ya sürgüne gönderilmesine karar verildi.

Önce Limni daha sonra Malta adasına sürgün edildi. Gerek ailesinden uzak olması gerekse okuyacak yayınların azlığı yüzünden duygusallaştıkça duygusallaştı.

Malta’da boş durmayan Ziya Gökalp, burada düşünsel yeteneğini geliştirdi ve toplumun yapısındaki aksaklıkları giderecek görüşler oluşturdu.

İşte onun, çeşitli konulardaki görüşlerinden özetler:

Zaman: “Zaman yalanların yüzdeki sahte peçelerini çıkarıp atan, türlü hilelerle saklanıp halkın gözüne gösterilmeyen gizli gerçekleri, ortaya çıkaran; kısacası hiçbir kahramanın yapamayacağı işleri yapan yüce bir güçtür. Zaman boş yere akmaz. O her zaman suçsuzların temizliğini, hainlerin alçaklıklarını ortaya koyan adil bir mahkemedir.”

Savaşlar: “Genellikle incelendiğinde görülür ki, büyük bir uyuşmazlık, asılsız ve gereksiz bir sözden çıkmıştır. İnsanlar birçok kez rahatlarını gereksiz girdikleri dedikodularla kaçırırlar.”

Aile yapısı: “Aile bir tapınaktır. En samimi ibadetler orda yapılır. Aile bir okuldur. En içten eğitimler oradan alınır. Aile bir hükümettir ki en şefkatli bir adalet ancak orada görülebilir. Aile bir kulübeyi bir saraydan daha refah yapan fakirhane, bir sofrayı en zengin sofralardan ziyade lezzet veren bir sevgi topluluğudur. Kısacası aile toplumculuğun gerçek biçimde ilk uygulandığı en samimi zümredir…”

Aile ve kadın: “(…) O halde millet de kadının bir eseridir demektir. Bizde kadınlar iyi eğitim görmedikleri için aile yükselemiyor. Aile yükselmeyince de millet de geri kalıyor. O halde ilerlemenin başı kadın eğitimidir. Kızların iyi yetiştirilmesidir. Bütün iyileştirmeler herşeyden önce kız okullarında başlamalıdır. Çünkü iyi kadın iyi bir aileyi var eder. İyi bir aileden de iyi bir millet doğar.”

Sevgi: “Bir adam ne kadar çok şeyler severse o kadar çok mutlu olur. Örneğin, insan önce ailesini sever. Sevgisi fazla ise artar, meslektaşlarını sever. Yine sevgisi artar ise bununla birlikte de çevresini, çağdaşlarını ve en sonunda bütün insanları ve bütün varlıkları sever. Bazı insanlar vardır sevgisine bütün evren bile yetmez. O zaman daha çok sevebilmek için hayalinde yeni evrenler yaratır. Sevgi düşünüşle, hesapla olmaz. Kalpten kendi kendine kopar. Sabır kökü acı fakat yemişi tatlı olan bir ağaçtır… Bir toplumu yükseltmek için en büyük hizmet o toplumun bireylerinin birbirlerini sevdirmeğe çalışmaktır.”

Mutluluk: “Kadınları erkeklere eşit yapan bu çağ, kadınların da bu vasıflara erkekler kadar ve belki daha fazla sahip olmasını istiyor. Eskiden kızların eğitimi onları ev işlerine alıştırmaktı. Fakat bugün kızlardan yüksek eğitim de isteniyor. Onlar için üniversite ve yüksekokullar açıldı. Kadınların görevi sadece çocuklarını eğitmek değildir. Milleti eğitmek, erkekleri doğru yola sevk etmek de onların görevidir. Meclis, hükümet, basın yalnız erkeklerin elinde bulunduğu için hiçbir zaman savaştan, kavgadan gürültüden kurtulmuyor. Halbuki kadınlar bu güçlere katılacak olursa her işte şiddetten öte şefkat egemen olur.”

Ziya Gökalp Malta’dan Diyarbakır’a döndüğünde yepyeni bir ruh taşıyordu. “Küçük Mecmua” adını verdiği bir dergi yayımlamaya başladı. Bu dergide çıkan bir yazısında şöyle diyordu:

“Ne halkımızın güzel yaşamını tadabiliyoruz, ne de Batı’nın dahilerini anlayacak kadar Batı bilgi ve sanatına dalabiliyoruz. Bizde gerçek sanatkâr yetişmemesinin nedeni, dehânın bu iki kaynağından da nasip almayışımızdan ileri gelmiştir. Halkımızdaki güzellikleri bile Pierre Loti gibi yabacılar bize gösterdi, biz kendimiz bulamadık. Kim bilir halkımızın daha da göremediğimiz ne kadar güzellikleri var, fakat ne bunlara ne de uluslararası dahilerin yapıtlarına değer verdiğimiz yok. Dehâdan ve özgünlükten yoksun yapıtları okumakla yetiniyoruz. Bu durum hiç kuşkusuz zevkimizin yükselmesine değil, bozulmasına neden oluyor.”

“Türk Medeniyet Tarihi” yapıtını hazırlarken çaresi olmayan bir hastalığa yakalanan Ziya Gökalp’in sağlığına kavuşturulması amacıyla Mustafa Kemal, yapılması gereken herşeyin yapılmasını buyurdu. Tüm ülke halkı, onun hastalığının gidişini gazetelerden izliyordu.

Mustafa Kemal ona şu telgrafı çekti:

“Saygıdeğer Türk düşünürü Ziya Gökalp Bey’e,

Rahatsızlığınızdan büyük üzüntüyle haberdar oldum. Sağlık ve sağlamlık haberini bütün ülke beklemektedir. Hızla iyileşmeniz için Avrupa’da tedavinize gereksinim varsa gereken herşeyin sağlanmasını üstleniyorum. Sağlığınız ve tedavi yeriniz konusunda bilgi vermenizi bekler dostane selamlarımı bildiririm.”

Bu telgrafı alan Ziya Gökalp’ın günlerdir gülmeyen yüzü güldü. Ziya Gökalp, Mustafa Kemal’e yazdığı yanıtında, Latife Hanım’a adadığı son çalışmasının basılmasını, ayrıca son günlerini yaşadığını bu yüzden kendine değil, geride kalacak çocuklarına bakılmasını istedi. Kaldırıldığı Fransız Hastanesi’nde 25 Ekim 1924 tarihinde öldü.

Mustafa Kemal bu üzücü haberin ulaşmasından hemen sonra telgrafla Ziya Gökalp’ın eşi Vecihe Hanım’a şu başsağlığı dileklerini iletti:

“Saygıdeğer eşiniz Ziya Gökalp Bey’in ölümü bütün Türk dünyası için pek üzücü bir kayıp olmuştur. Ölümsüzlüğe geçişinden duyduğum üzüntümü ve başsağlığı dileklerimi ve Türk ulusunun içten ve yürekten üzüntülerini iletirim. Türk ulusunun ve hükümetinin her türlü yardıma hazır olduğunu bildiririm.”

Mustafa Kemal, Ziya Gökalp için büyük bir cenaze töreni düzenletti.

“Ömrünü Türk ulusunun yükselmesi konusundaki düşüncelere adamış olan büyük adamın arkasından şimdi Türk ulusu ağlıyordu.”

Naaşı, 50 bin kişinin katıldığı bir törenle Sultan Mahmut Türbesi’nde toprağa verildi. Çok geçmeden TBMM’de kabul edilen bir yasa ile Gökalp’in ailesine beş bin lira ev parası verildi. Çocuklarına ise, “vatana hizmet” ödeneğinden maaş bağlandı ve devlet okullarında parasız okutulması kararı alındı.

“Firavun Sandalyesi” dediği koltuk sevdasına asla düşmeyen Ziya Gökalp’in arkasından öğrencisi Ahmet Emin Yalman, şöyle yazıyordu:

“Ömrünün her dakikasını taşkın bir aşk ve fedakârlıkla Türk ulusuna veren büyük Gökalp! Sen son nefeslerinde bir ilaç parasının yoksulluğu karşısında kıvranacak mıydın?”


Yaşar Öztürk, Bütün Dünya, 2004