Büyük Taarruz Ve Başkumandan Meydan Muharebesi
Sakarya Savaşı’nda yenilen Yunan birlikleri geriye çekilerek, önceden hazırlamış oldukları mevzilere yerleştiler (Eskişehir, Kütahya ve Afyon’un doğusundaki mevzilere). Ellerindeki bu mevzileri vakit geçirmeden hızla takviye ederek güçlendirmeye başladılar. Amaçları, yapılacak uzun bir savunma savaşına hazırlanmaktı.
Buna karşılık Türk milleti’nin kararı ise, düşmanı kesinlikle yurttan atmaktı. Bunu yapabilmek için de Türk Ordusunun güçlendirilmesi ve taarruza hazırlanması gerekiyordu. Ancak, Sakarya Savaşı gibi çok büyük bir savaştan çıkan ordunun, hemen bu taarruzu gerçekleştirebilecek bir gücü yoktu. O halde iyi, hesaplanmadan ve hazırlanmadan bu işe girişildiği takdirde başarılı olamamak gibi tehlikeli bir durumla karşılaşma ihtimali de vardı. Böyle bir ihtimalin gerçekleşmesi durumunda ise, binbir zahmet ve acı ile elde edilen imkânların yok olması söz konusu olabilirdi. Bu nedenle Başkumandan ve çevresindeki kadro bütün açık kapıları kapamak, her bakımdan son derece üstün bir hazırlık yapmak zorunda idiler. Ama, bu çok önemli hususu bazı çevrelere kabul ettirmek kolay değildi.
Gazi Mustafa Kemal Paşa’yı çeşitli nedenlerle -ki bu nedenlerin çoğu kişiseldi çekemeyenler, O’nu T.B.M.M.’yi oyalamakla suçluyordu. Askerî taktik ve plânlardan anlamayan bazı iyi niyetli kişiler de bu muhaliflere katılıyorlardı. Nihayet bunlar, Mustafa Kemal’in hasta olup Meclis’e gelmediği ve Başkumandanlık Kanununu’nun üçüncü defa uzatılması ile ilgili teklifin Meclis’e verildiği gün (5 Mayıs 1922), muhalif gruplar olumsuz bir tavır içine girerek, Başkumandanlık Kanunu’nun uzatılmasını kabul etmemişlerdir. Bunun üzerine Bakanlar Kurulu da istifa etmeye karar vermiş ve bunu Mustafa Kemal’e bildirmişlerdir.
Mustafa Kemal, Bakanlar Kurulu üyelerine bir gün beklemelerini rica ederek 6 Mayıs 1922’de Meclis’e geldi ve yapılan gizli oturumda uzun açıklamalardan ve sert tartışmalardan sonra “Başkumandanlık Kanunu” 15 çekimser ve 11 muhalif oya karşı 177 oyla yeniden kabul edildi.
Mustafa Kemal bu konuda yaptığı uzun konuşmasını sövle bağlıyordu:
“… Başkumandanlık iki gündür ne olacağı belirsiz bir durumda boşlukta bulunuyor. Bu dakikada ordu kumandansızdır. Eğer ben orduya kumanda ediyorsam kanunsuz kumanda ediyorum… Meclis’te kendini gösteren oya göre, hemen kumandanlıktan el çekmek isterdim. Ama önlenemeyecek bir kötülüğe yol açmak zorunluluğu karşısında kaldım. Düşman karşısında bulunan ordumuz, başsız bırakılamazdı. Bunun için bırakmadım, bırakmam ve bırakmayacağım.”
Bu arada, tüm yurtta olağanüstü bir hazırlık yapılıyordu. Öyle anlaşılıyor ki, artık bir ölüm-kalım savaşına girilecektir. Millet elinde neyi varsa ordusuna veriyor ve kesin zaferi bekliyordu.
Sakarya Savaşı’nda piyade ve topçunun cephanesi hemen hemen bitmişti. Bunları yeniden sağlamak gerekiyordu. Doğudan ve güneyden batıya kaydırılan birliklerin ve topçu kuvvetlerinin ulaşımı uzun bir süre almıştı. Çünkü o günlerde bu bölgede demiryolu yoktu. Askerler yaya olarak gönderiliỳordu. Cephane, yiyecek ve her türlü malzeme hayvanlarla, kağnılarla taşınıyordu.
Bu arada, binlerce sandık, cephane, top ve tüfek, İtilâf Devletleri’nin işgali ve denetimi altında bulunan İstanbul’dan kaçırılıyor, bin bir zorlukla ve büyük tehlikeler atlatılarak Anadolu’ya gönderiliyordu. Ordu, hemen hemen bütün hazırlıklarını tamamlamıştı. Nihayet 1922 Haziran ayının ortalarına doğru Gazi Mustafa Kemal Paşa taarruz kararı aldı. Genelkurmay Başkanı’na, Milli Savunma Bakanı’na ve Ordu Komutanları’na taarruz için gizlice gerekli tedbirlerin alınması emrini verdi.
İki taraf ordusunun insan ve tüfek bakımından kuvvetleri hemen hemen aynı idi. Yunan Ordusu, makinalı tüfek, top, uçak, taşıt, cephane ve diğer gereçler bakımından çok üstün durumda idi. Süvari kuvvetleri bakımından da Türk Ordusu üstün bulunuyordu.
Türk Orduları Başkumandanı Gazi Mustafa Kemal’in açıklamalarına göre taarruz plânı şöyle idi:
“Düşündüğümüz, ordularımızın asıl kuvvetlerini düşman cephesinin bir kanadında ve mümkün olduğu kadar dış kanadında toplayarak, bir imha muharebesi vermekti. Bunun için uygun gördüğümüz durum, ana kuvvetlerimizi, düşmanın Afyonkarahisar yakınlarında bulunan sağ kanat grubu güneyinde ve Akarçay ile Dumluрınar hizasına kadar olan alanlarda toplamaktı. Düşmanın hassas ve önemli noktası orasıydı. Çabuk ve kesin sonuç almak, düşmanı bu kanadından vurmakla mümkündü.
Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa ve Genelkurmay Baskanı Fevzi Paşa, bu bakımdan gerektiği gibi bizzat incelemeler yapmışlardı. Hareket ve taarruz plânımız çok önceden tespit edilmişti.”
6 Ağustos 1922 tarihinde, orduya taarruz için hazırlanması emri gizli olarak verildi. Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa, 17 Ağustos’ta gizlice Ankara’dan ayrılarak otomobille ve Konya yolu ile, Batı Cephesi Karargâhı’nın bulunduğu Akşehir’e geldi (20 Ağustos 1922). Akşehir’de kumandanlarla yapılan kısa bir toplantıdan sonra, 26 Ağustos sabahı taarruz günü olarak kararlaştırıldı (bk.Resim: 34).
Afyon’un güneyinden, Dumlupınar yönüne doğru baskın şeklinde başlayacak olan taarruz, bir meydan savaşı şeklinde geliştirilecek ve düşman kuvvetlerinin tamamı yokedilecekti. Bunun gerçekleşebilmesi için de, yığınağın ve düzenlemenin gizli kalmasına önem vermek gerekiyordu. Bu nedenle, her türlü yürüyüş geceleri yapılıyor, birlikler gündüzleri köylerde ve ağaçlıklar altında dinleniyorlardı. Taarruz bölgesinde yolların düzeltilmesi gibi çalışmalarla düşmanın dikkatini çekmek için kimi başka bölgelerde de benzeri düzmece çalışmalar yapılıyordu.
24 Ağustos 1922’de Kumandanlık Karargâhı, Akşehir’den taarruz cephesinin gerisindeki Şuhut kasabasına taşındı. 25 Ağustos sabahı Şuhut’tan, taarruzun yönetileceği Kocatepe’nin güneybatısındaki Çadırlı Karargâh’a gelindi (bk.Resim: 35).
26 Ağustos sabah saat 5:30’da topçu ateşimizle taarruz başladı ve kısa bir süre içinde gelişti. Düşman mevzileri birer birer çökertiliyordu. O gün ve ertesi gün kanlı çarpışmalar devam etti. Düşman büyük bir şaşkınlık ve panik içinde toparlanmaya çalışıyordu. Ancak 28-29 Ağustos günleri düşmanın gerilerine sarkan Türk birlikleri, onların İzmir’e doğru kaçış yollarını kesti. Bu hareketin sonucu olarak düşmanın beş tümenlik bir kuvveti Dumlupınar bölgesinde kuşatıldı.
30 Ağustos sabahı iyice sıkıştırılan düşman birlikleri ile Türk kuvvetleri arasında bu bölgede büyük bir meydan savaşı başladı. Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın doğrudan doğruya yönettiği bu meydan savaşına “Başkumandan Meydan Muharebesi” denilir.
Dâhi askerin büyük bir başarı ile yönettiği bu savaşta bir gün içinde Yunan Ordusunun önemli bir bölümü yok edildi. Mustafa Kemal, Dumlupınar’da 31 Ağustos gününü şöyle anlatır:
“Savaş alanını dolaştığım zaman, ordumuzun kazandığı zaferin büyüklüğü ve buna karşılık rakip ordunun uğradığı felaketin sınırsızlığı beni çok duygulandırdı. Sırtların gerilerindeki bütün vâdiler, bütün dereler, kaplı ve örtülü yerler, bırakılmış toplar ve otomobillerle sayısız araç, gereç ve malzeme ile bütün bu bırakılanlar arasında yığınlar oluşturan ölülerle, toplanıp karargâhımıza gönderilen esir kafileleri ile gerçekten bir kıyamet gününü andırıyordu…”
Aynı gün Başkumandan, Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa (Çakmak), Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa (İnönü), Ordu Komutanları Yakup Şevki (Subaşı) ve Nurettin Paşaları, karargâhını kurduğu Çal Köyü’nde toplayarak durum değerlendirme yaptı. Bunun sonucunda kaçabilen düşmanın hızla takip edilmesi, İzmir ve çevresindeki kuvvetleriyle birleşmemesi için üç koldan Ege’ye doğru ilerlenmesi uygun görüldü. Bunun üzerine Mustafa Kemal tarihî emrini verdi: (bk.Belge: 7)
“Ordular! ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!”
Bu emri alan kahraman Türk ordusu, büyük bir heyecanla ileri atıldı. Özellikle Türk süvarileri çevik hareketleriyle büyük başarılar sağladılar. Süvari Kolordusu Komutanı Fahrettin Paşa (Altay) düşmanın bir çok kaçış yolunu kesti. Bozgun haberi Ege’de bulunan diğer Yunan birliklerinde panik yarattı. Hızla kaçmaya başladılar. Kaçarlarken de son hainliklerini yapmaktan geri kalmadılar, çevreyi yakarak, yıkarak ve önlerine çıkanı öldürerek, dünyanın gözü önünde barbarlıklarını sergilediler.
Amansız takip sonunda Türk birlikleri, 2 Eylülde harabeye dönmüş olan Uşak’a girdiler. Burada ilginç bir sahne yaşanır. Çarpışan iki ordunun başkumandanı karşı karşıyadır.
Trikopis, yenik Yunan Ordusunun Başkumandanıdır ve tutsaktır. Mustafa Kemal ise, yenen ordunun Başkumandanıdır ve zaferinin üzerinden henüz bir gün geçmiştir.
Bütün bu gerçeğe rağmen Mustafa Kemal, tutsak Başkumandana saygılı ve içten davranır. Gururlu değildir. Trikopis’i konuğu gibi ağırlar. Onu rahatlatmaya ve içinde bulunduğu üzücü durumdan uzaklaştırmaya çalışır.
Dumlupınar’da bir er gibi görev yapan Halide Edip (Adıvar) Hanım, bu tabloyu şöyle canlandırır.
“Yunan generalleri getirildikleri zaman Mustafa Kemal Paşa, Fevzi Paşa ile İsmet Paşa arasında duruyordu. Büyük bir ilgi ile onlar seyrettim ve dinledim. Bizimkilerin üniformaları neferlerinki kadar sade, yüzleri sakin, hareketsizdi. Buna karşılık Yunanlılar sırmalı üniformalar giymişlerdi. Yüzleri ve elleri son derece sinirli olduklarını gösteriyordu. Fevzi Paşa ise bir Buda heykeli kadar sakindi. Fakat belki içinden: “Bu herifler hakiki asker olamaz. Adeta dans eder gibi sıçrayıp selâm veriyorlar.” diyordu. İsmet Paşa, gözlerindeki öfkeyi göstermemeye çalışıyordu. O, askerden daha başka bir şeydi.
Fevzi Paşa ile İsmet Paşa eğildiler. Fakat ellerini vermediler. Mustafa Kemal Paşa bu sahnenin hâkim karakteriydi. Siyasi muhaliflerini hiçbir şey düşünmeksizin ezen bu asker, askerlik alanında büyük bir sanatkâr ve oyunun kurallarına uygun bir sporcuydu.
Sırtını yere getirdiği pehlivanın elini sıkan galip bir pehlivan gibi Trikopis’in elini yakaladı. Alelâde bir el sıkışı süresinden fazla tuttu.
– Oturun general, yorulmuş olacaksınız, dedi. Sonra sigara tabakasını uzattı. Kahve ısmarladı. Diyenis’e de nazik muamele etti. Fakat gözleri Trikopis’in gözlerindeydi. Trikopis’in gözleri ona açık bir hayranlıkla bakıyordu. Elli yaşlarında asabi, hastalıklı, tiyatro sahnesindeymiş gibi bir adam. Mustafa Kemal’e:
Ben sizin bu kadar genç olduğunuzu bilmiyordum general, diyebildi…”
Ruşen Eşref Ünaydın ise, Mustafa Kemal’in Trikopis’e hal hatır sorduğunu, buna karşın, onun da, başına bir felaket gelmiş olduğunu, görevini sonuna kadar yaptığını, fakat en son görevini; kendini çekip öldürmek görevini yapamadığını, buna zaman bulamadığını, söylediğini yazar.
Bu arada Trikopis, Mustafa Kemal’e savaşı nereden yönettiğini sorar. Mustafa Kemal, cephede askerlerin yanında yönettiğini söyler. Bunun üzerine Trikopis şu cevabı verir:
“İşte harp böyle kazanılır. 550 km. uzakta, durum gözle görülüp hüküm verilmeksizin bir harita üzerinde bir pergelle ölçülerek, İzmir Körfezi’nde bir yattan yönetilmez. Yönetilir ama, sonuç böyle olur…”
Mustafa Kemal, Başkumandanlık Savaşı’nı, savaş sonuna kadar küçük önemsiz savaşlar biçiminde açıklar ve bildirir. Gerçeği dünyadan gizler. Nedeni, düşman ordusunu yıkımdan kurtarmak isteyeceklerin bu girişimlerine yol açmamaktır.
Buna rağmen ateşkes anlaşması için başvurular olur. Bunu Başbakan Rauf Bey cepheye bildirdiği zaman Mustafa Kemal cevabını zaman kazanacak biçimde verir. Bu arada Türk Ordusu, İzmir yolundadır. Yunanlılar kaçarken Türk birlikleri de işgal altındaki yerlere peş peşe girerler. Gediz, Alaşehir, Eşme, Salihli, Manisa, Kula, Aydın, Nif (Kemal Paşa) kurtarılır. Bu kovalama 9 Eylül’de İzmir’de biter.
Öte yandan kuzeyde, Eskişehir-Bursa yönüne ilerleyen birliklerimiz, bu iki bölgemizi de kısa sürede düşmandan temizledi. Geriye kalanlar, Kapıdağ Yarımadası’na kaçarak oradan gemilere binip uzaklaştılar.
15 Mayıs 1919 günü başlayan işgal, 9 Eylül 1922 günü sona ermiş, İzmir limanı, kendilerini karadan uzaklaştıracak kayıklara binebilmek için birbirini denize iten düşman askerlerinin hem gülünç, hem de acıklı görüntüleriyle dolmuştur.
Mustafa Kemal, İzmir’e 10 Eylül 1922’de gelir (bk. Resim: 36). Doğru Hükümet Konağı’na gider. Onun gelişini duyan herkes koşuşur; Paşa’yı görmek, kutlamak, teşekkür etmek ister.
İzmir’de tansiyon yüksektir. Birçok Yunan ve Rum, gemilerle kaçmıştır ama, daha geride bir yığın yabancı ve özellikle Rum vardır. Korkarlar… Üç yıl önce Yunanlıların İzmir’i işgal ettikleri sırada Türklere yaptıkları davranışların bu defa Türkler tarafından kendilerine yapılmasından korkarlar. Fakat korkuları gerçekleşmeyecektir. Türklerin, barbarlığa, aynı barbarlıkla cevap vermeleri söz konusu değildir.
Öte yandan, İzmir’de bulunan İtilaf Devletleri temsilcileri, Türklerin azınlıklara karşı bir öç alma girişimini önlemek için Mustafa Kemal’e baş vururlar. Ancak bu davranış da gereksizdir. Çünkü Mustafa Kemal, bu konuda gerekli tedbiri almıştı.
Ne var ki, bu defa da barbarlık, gene Müslüman halkın dışından gelir. İzmir bir anda alevler içinde kalır. Türk Ordusundan kaçan düşman ile işbirliği eden azınlıklar, üç işgal yılındaki uygarlık dışı davranışlarına bir sonuncusunu daha eklemişler ve güzel İzmir’in yarısını kül haline getirmişlerdir. Tıpkı, kaçarken geride biraktıkları diğer köy, kasaba, kentler gibi… (13 Eylül 1922).
Bu korkunç görüntüyü Mustafa Kemal de yüreği burkularak izler. Ama önemsememeye çalışır. Düşüncelerini yakın geleceğin uygar ve bayındır İzmir’ine kaydırır.
Belge: 7’nin okunuşu ve anlamı
Garp Cephesi Kumandanlığı
Aded
Türkiye Büyük Millet Meclisi Orduları!
Afyonkarahisar-Dumlupınar büyük meydan muharebesinde zalim ve mağrur bir ordunun anâsırı asliyesini inanılmayacak kadar az bir zamanda imha ettiniz. Büyük ve necip milletimizin fedakârlıklarına lâyık olduğunuzu ispat ediyorsunuz. Sahibimiz olan büyük Türk milleti istikbâlinden emin olmaya haklıdır. Muharebe meydanlarındaki maharet ve fedakarlıklarınızı, yakından müşahade ve takip ediyorum. Milletimizin hakkınızdaki takdiratina delâlet etmek vazifemi mütevaliyen ve mütemadiyen ifa edeceğim.
Başkumandanlığa teklifatta bulunulmasını Cephe Kumandanlığı’na emrettim.
Bütün arkadaşlarımın, Anadolu’da daha başka meydan muharebeleri verileceğini nazırı dikkate alarak ilerlemesini ve herkesin kuvayı akliyesini ve menabii celâdet ve hamiyetini müsabaka ile ibzale devam eylemesini taleb ederim.
Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!
Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi
Başkumandan Gazi Mustafa Kemal