Bunu Biliyor Muydunuz? Mehmet Akif Ersoy Büyük Bir Orta Pehlivanı İdi

Bu yazı, Celal Davut Arıbal imzasıyla 28 Aralık 1949’da Zafer Gazetesi’nde yayımlanmıştır.


İstiklal Marşımızın büyük yaratıcısı Şair Mehmet Akif bir büyük orta pehlivanı idi. Pehlivanlığı olduğu kadar pehlivanları da severdi. Çok küçük yaşından beri mütemadi çalışmaları ona acı bir kuvvet vermişti. Yerden ziyade ayakta güreşirdi. En çok sevdiği oyun göğüs çaprazı ve çift dalıştı, bu çaprazlardan ve dalışlardan kurtulmak, çok güçtü. Saatlerce yol yürür, iyi yumruk vurur, koşu yapar, nişan atar, kılıçı kullanır, bilhassa çok güzel yüzerdi.

Akif’in pehlivan olmasında mektep ve mahalle arkadaşı Ahmet’in büyük tesiri olmuştur. Güreşi ilerletmeye başladığı zaman da meşhur ve maruf Kıyıcı Osman Pehlivandan ders almıştır.

Akif’in arkadaşı Ahmet pehlivanlığa çok meraklı idi. İstanbul içinde güreşemediklerinden iki çömez pehlivan güreş için Çatalca taraflarına giderlerdi ve daima yaya gider gelirlerdi. Bir gün yine iki arkadaş kafa kafaya verdiler, tabancıklarını yağladılar, Topkapı’dan çıkarak Çatalca’ya gittiler. Ahmet’in dayısı Çatalca’da baş öğretmendi. Bu toy çocuklara kızdı. Ahmet’in ne mal olduğunu biliyordu. Akif’e çıkıştı:

– Ne diye bu serserinin peşine takılır da buralara kadar gelirsin? Mektebe git oku. Vazgeç bu güreşlerden. O yağlı meşini giyenler adam olmaz. Haydi gidin yatın.

Akif üzüldü. O haylaz değildi. Her şeyden evvel ve her şeyden çok derslerine çalışıyor, bol bol kitap okuyordu.

Hocanın elinde bir kitap vardı. Dalmış onu okuyordu. Akif dayanamadı:

– Nedir o kitap hoca efendi, dedi.

Hoca zaten kızmıştı. Ne diye soruyorsun dedi. Akif merak ettiğini söyleyince hoca da (İntibah) adında bir kitap dedi.

Akif, severim o kitabı, Namık Kemal’in her güzel eseri gibi bu da onun erişilmez kemalinin bir delilidir, dedi.

Bu sözler üzerine hoca efendi hayretler içinde kaldı, bu yaşta bu kadar güzel sözler söyleyen bu çocuk bir serseri olamazdı. Yeğenine çıkıştı: Bu Akif senin gibi seresri değil, bu bizden dedi. Hoca efendi ölünceye kadar Akif’in irfanının hayranı kalmıştır.

Ahmet sonraları iyi bir pehlivan olmuş ve her zaman Akif’e yenilmiştir. Akif Çatalca, Kabayça ve Soğanlı ile bütün o havaliyi pehlivanlığı ile titretmiştir.

Kıyıcı Osman Pehlivan da Akif’in mahalle ve mektep arkadaşı, fakat bir haylazdı, işi tamamen pehlivanlığa dökmüştü.

Eşref Edib’in Akif için yazdığı eserde şu fıkrayı okudum.

Osman pehlivan Akif için:

Mahallemizin en küçük çocuğu idi, ben ondan büyüktüm. Akif efendi çok çalışkan ve çok akıllı idi. Çocukların arasında hep o üstündü. Biz herşeyi ona sorardık. Ben okuyamadım, o okudu. Bir gün bana: Osman, sen bana güreşi öğret ben de sana okuma öğreteyim dedi. Öyle yaptık. O pehlivanlığı öğrendi, ben okumayı öğrenemedim.

Akif efendi güreşte ilerledi, gittiğimiz güreşlerde kendisinden çok kuvvetlileri yenerdi. Benim öğrettiğim oyunlarla beni bile korkulacak oyunlara düşürürdü. Demek okumuş adamın pehlivanlığı da başka oluyor.

Eşref Edip yazısına devam ediyor:

O ne kâmil bir insandı, her şeyi tam ve sıralı idi. Sözü sırasında söylerdi. Karakteri gibi pazusu da kuyvetli idi. Yaşı ilerlemiş ve benden de on yaş büyük olduğu halde daima yenilirdim. Ele avuca sığmayan çevikliğine, maharetine hayran kalırdım. Kosu yapardık, ona yetişmek mümkün olamazdı. Nişan atardık onun isabet ettiremediği pek nadir vaki olurdu. Hasılı ne öğrenmişse tam öğrenmişti. Ümit ve azmi çok büyüktü. Tehlike karşısında onun kadar metanet sahibi bir adam görmedim.

İbni Reşid’in Hükûmet merkezi olan Hail’de bir uzun atlamada Akif hiç bir hız almaksızın kazanmıştı. Pehlivan vücutlü, pehlivan ruhlu Akif’in ruhuna rahmet olsun.

Akif herhangi bir güreşi seyrederken yerinde oturamayacak kadar heyecana gelirdi. Pehlivanlara olan saygısına bakınız ki Koca Yusuf Amerika’dan gelirken boğulunca günlerce ağladı. Onu sevenler onun gözyaşlarını dindirmek için seferber olmuşlardı.

Akif’in annesi Özbekli Hacı Şerife hanımdı. En fasih bir Türkçe konuşurdu. Akif’e de fesahat annesinden mevrustu. Şerife hanımın Fatih’te Sarıgüzel’de bir evi vardı. O tarihlerde Akif annesiyle beraber otururdu. Şerife hanım güreşi sevmezdi. Bu sebepten Akif kisbetini Topkapı’da kisbetçi Abdullah’ın dükkanında saklardı. Güreşlerini daima annesinden gizli yapardı. Fakat kadıncağız oğlunun çamaşırlarını yıkarken bu çamaşırlarda neden zeytinyağı kokusu var diye hayret ederdi.

Kisbetçi Abdullah Akif’in en aziz dostu idi. Kisbet dikmek bir mesele olduğu için İstanbul’da kisbet diken bir Abdullah ve bir de Saraçhanebaşı’nda Hafız vardı.

Aklıma gelmişken söyleyeyim. Bursa’da Misi isminde güzel bir köy vardır. Dört beş yüz evi ve 2000 kadar nüfusu olan bu köyün camiindeki minberinin yanında bir kisbet asılıdır. 70/80 senedir bu kisbet ziyaretçilerin hayretini çeker. Çünkü paçaları bir insanın girebileceği kadar geniştir. Bu kisbet meşhur insan azmanı 270 kiloluk Softa namıyla maruf bir pehlivana aittir. Demek ki bir kisbet dikmek bir sanattır. Uzun seneler Softa pehlivanın giydiği bu kisbet hâlâ yepyeni gibi sallanıp durmaktadır.

Abdullah haftanın bir kaç gecesinde Akif’in evine gelirdi. Sohbetlerinin mevzuu hep pehlivanlıktı. Böyle konuşurlarken birden kapışırlar, belki bir saat boğuşurlar, sonra da yemeklerini yerlerdi. İster Abdullah’la ister başka bir pehlivanla olsun güreşten evvel Akif evvelâ burnunu temizlerdi. Çünkü enfiyeye çok düşkündü. Bir enfiye çektirmek için Sarıgüzel’den bana matbaaya gelişi çok vaki olurdu. Kocaman bir enfiye kutusu ceketinin ve kocaman enfiye mendilleri de pantalonunun cebinde bulunurdu. Karşılaştığı herhangi bir dostuna selâmla beraber enfiye kutusunu uzatırdı.

Abdullah fakir, fakat hoşmeşrep bir insandı. Cehline rağmen şiire, edebiyata, musikiye karşı doyamadığı bir cazibenin esiri idi. Bu sebeple de Akif’in sevgilisi idi. Sanatına da ruhu ile bağılydı. Çok kuvvetli bir adam değildi ama güreş metodları çok yüksekti. Rumeli muhacirlerindendi. Çiçek bozuğu idi. Topkapı dışında bir de kavun bostanı vardı. Bu bostana girmek hakkı yalnız üç kişiye, yani Abdullah’ın en aziz dostlarına verilmişti. Bu üç dosttan biri Akif biri Tarım Bakanlığı Müsteşar Muavini Şefik, biri de Şefik’in kardeşi Neyzen Tevfik’ti.

O tarihlerde kilo yoktu. Ne kadar büyük olursa olsun her gün 15 kavun yemeyi Abdullah kendine âdet edinmişti. Şafahatta okuduğumuz Seyfi baba, Abdulahın babası idi. Abdullah bütün gecelerini bu dostları ile geçirir, mehtaplı gecelerde bostanın çardağında kalırlar, tabiatın güzelliğini emerlerdi. Gecenin ruhlarına sinmiş olan güzelliğini kaçırmamak için birbirlerinin kulaklarına fısıldarlarken, Akif, uzandığı kilimin üzerinde doğrulur, ilhamati melekutii hikmetinin mir’ati inikâsı parlak sözlerini kamere haykırırdı.

Sen ey perii sema, ey nedimi efkârım

Gelen geçen şuaranın yegâne şiiri misin

Seninle tabı feza asuman’ı eş’arım

Enisinin mütekâsif ziyai fikri misin.

Sonra birden ayağa kalkar, Abdullah’ın yakasına yapışır, Tevfik’in ilâh nağmeleri sanki bir zurna imiş gibi onları kamçılar, Abdullah’la boğuşur dururdu.

Akif güreşi bıraktıktan sonra bir gün Kıyıcı Osman pehlivanla kisbetçi Hafız’a uğradılar. Hafız üstada:

– Daha kisbetin eskimedi mi? Sana bir yenisini dikeyim.

Akif, ben artık güreşi bıraktım, deyince Hafız’ın verdiği cevap enfestir.

– Haydi be… O zeytinyağı bir kere senin sırtına sürüldükten sonra onu bırakamazsın.

Neyzen Tevfik bir gün Akif’e:

Hocam be dedi. Eğer senin sırtına zeytinyağı sürülmeseydi zor yazardın bu yazıları.

Akif, bütün sevgisine rağmen Neyzen için şöyle demişti:

– Hayatımda başıma iki felaket geldi: Biri evlenmek, biri de Tevfik’i tanımak.

Akif 312 senesinde Halkalı Ziraat Mektebi Alisi Edebiyat ve Türkçe hocalığına tayin edilmişti. Her sabah Sarıgüzel’den kalkar, Topkapı’da Abdullah’la biraz yarenlik eder, sonra Halkalı’ya yaya gider gelirdi. Yürümeyi o kadar çok severdi. (Bu yol gidiş geliş 44 kilometredir.) Akif bir aralık Çengelköyü’nde oturuyordu. Bir kahve içmek için Çengelköy’den kalkar Erenköy’e gider ve dönerdi. Bir gün Nurettin Artam’a beraber gidelim dedi. Nurettin’in bütün kuvveti kollarında idi. Üstat ona bir hamlacı gibi kürek çekiyorsun derdi. Fakat Nurettin’in bacaklarında kuvvet olmadığı için yarı yolda kaldı.

Akif’in yüzücülüğü de pek meşhurdu. Çengelköy’den denize girer, İstinye veya Emirgan’a çıkar, orada bir tiryaki kahvesi içerek aynı şekilde ve hiçbir yardım görmeksizin Çengelköy’e dönerdi. Vatandan uzakken Bahri Ahmer’in Arapları bile onun yüzücülük ve dalışına çıkışamazlardı.

Akif hal tercümesinde der ki:

Pehlivanlığa, bedeni mümareseye meraklı idim. Güreş de ettim kisbet giyerek, zeytinyağı kullanarak Çatalca ve civarına güreşe giderdim. En çok güreştiğim zamanlar 16-18 yaşları arasıdır. Halkalı’da baytar mektebinde iken Cuma günleri, tatil günleri savuşur, etraf köylere güreşe giderdim. Yüzmek, atlamak, taş atmak, koşmak gibi bedeni mümareselerle de meşgul oldum.

Akif bedeni gibi ruhunu ve dimağını da pehlivan yapmıştı. Hürriyete âşıktı. Halkalı’daki talebelerine hürriyet aşkını aşılamak için elinden geleni yapar, ne Abhülhamit’in zulmünden, ne istibdadın kahpeliğinden zerre kadar çekinmezdi. Kendi şiirlerini talebesine yazdırır, onların masum ruhlarında istibdada karşı bir nefret uyandırmaya çalışırdı.

İbrahim Alâeddin, üstat için şöyle yazmıştı:

Mehmet Akif’in yetişmesi gençlere bir örnek olarak anlatılmaya lâyıktır. En küçük yaşından itibaren her türlü imkânsızlıklarla güreşmişti. Bünyesi de, ruhu da hayatın güçlükleri ile ve yoksullukları ile çarpışararak mukavemet ve kudret kazanmıştı. Onda pehlivanlık merakı mutlaka vücudundan ziyade ruhundaki taşkın kudreti istihlâk için meydana gelmiş olacaktır. Herhalde irfan ve ruhu bünyesinden fazla pehlivan olan Akif, spor gençliğine ibret olacak bir timsaldir.

Allah rahmet eylesin.