Bir Ölüm Telakkisi

Alem, ardı arası kesilmeyen, arkası gelmeyen birbirine ekli ve çeşitli olgulara mahşer olan bir varlıktır.

Bu karışık ve karanlık mahşerde kay­naşan canlı ve cansız zerreler ve verre kümeleri sıkı kanunların şaşmaz hüküm­lerine bağlıdırlar. Hayat ve hareketleri, muazzam bir ahenk içinde geçer. Doğmak, yaşamak, ölmek, olmak ve olma­mak isteklere, hakim nizamlara tâbidir. Orada iradelerin, ve hattâ tesadüflerin bile bir kanunu vardır.

Bilindiğine göre zerreler arasında ya­radılışı itibarile, varlığını ve benliğini anlayan ve iradesini kullanabilen tek mahluk insandır. Fakat o zavallının da ihtiyacı çok, vasıtası az, hele ömrü pek kısadır. Hayat ve hareketini, yaradılışın icabı ve kendi aklının icadı, kayıtlar ve şartlara uydurmak zaruretindedir.

Bir saniye içinde doğan fizyolojik, va­zifesini bitiren, arkaya nesiller bırakan ve sonra kendilerini fizik ve kimya ka­nunlarının şaşmaz hükümlerine terk eden başka mahluklar da vardır. Onla­rın yaşayış müddetlerini ve duygularını insanların anlayabileceği bir ölçü olsay­dı belki onların da ihtiraslarını bir lâhzalık bu hayata sıkıştırabildikleri öğreni­lirdi. İnsanın ömrü, kısa yaşayışlı mahluklarınkine bakılınca hayli uzundur. Fakat insanın ömrü, zaman denilen ge­risi ve ilerisi derin uçsuz bucaksız en­ginle ölçüldüğü vakit, bilhassa bir yaş­tan sonra insana şimşek çakması kadar, bir anda yanan ve sönen bir ışık duygu­sunu veriyor.

İnsana hayatı sevdiren, dünyaya bağlayan, insanı oyalayan ve avutan ve ni­hayet dünyanın fâniliğini de unutturan, hayatın bu baş döndürücü çabuklukla ansızın sonu geliveren kısalığı ve hiçli­ğidir.

Hayatın bu dar hududu zaman ve mekânın uzun ve geniş mesafelerde öl­çülürse, yükselmekle inmek, sevinçle ke­der, neşe ile acı, zevkle ıstırap, hattâ ya­şamakla ölmek arasında, düşünmeye ve üzülmeye değer bir fark kalmıyor. Fakat insanın hayat hakkındaki ölçüsü geniş ve nispetleri kendi lehine olarak çok mü­samahalıdır. Onun hayal ve hissinde ha­yatın paha biçilmez bir kıymeti, ve sonu gelmeyecek sanılan bir mühleti vardır. Hayatın gerçek telâkkisi de vehim ve teselliye benzeyen bu şuursuz ve iradesiz duygudan ibarettir. Hakikaten hayat ne yaşayışla ne görgü ile, ne de bilgi ile ölçülebilecek bir mefhumdur. İnsan duy­duğu kadar yaşar, iyilik ve kötülüğün ilham kaynağı da vicdan denilen duy­gudur. Terbiye ve irfan, iyi duyguları artırdıkça ve yükselttikçe faydalıdır…

İptilâ ve mübalâtsızlık olmadıkça mi­de ve cins zevklerinin, adale ve sinir keyiflerinin iyilik ve kötülük muvazene­sinde yeri olmamak lâzımdır.

İnsanların hayat ve ahlâkını muhake­me eden bir kendisinin vicdanı, bir de onu tanıyanların, bilenlerin veya duyan­ların her birinin ayrı ayrı, bir de fazla olarak bunların hepsinin müşterek vicdanıdır.

Bunların her birini o adam, o ada­mın hayatı, duyguları, yapmak istedik­leri, yapamadığı, yaptığı veya yapabildiği işleri hakkında vereceği hükümler­de sebat tam hakikatin ifadesi olmayabilir. Hakikat ekseriya bu hükümlerin ya altında, ya üstünde fakat muhakkak dışındadır. Bu hakikati öğrenmek müm­kün olmadığı kadar faydasızdır da. Böyle şüpheli ve şaibeli hükümler arasında, insana tam ve mutlak huzur ve sükunu verebilecek kendisinin, vicdanı ve o insan hakkında nisbî bir adaletle doğruya yakın hüküm verdirebilecek tek vasıta da hayatında bıraktığı eser ve derecesi ile, içtimai muhitinde, milli cemiyette veya insanlık âleminde yap­tığı tesirdir.

Bundan başka insanların hiç bir ku­sur ve günahı olmayarak, bütün hayat­larında ve hattâ öldükten sonra da taşıdıkları, yaradılışlarının bir lütfü veya bir kahrı vardır: Sevimlilik, sevimsizlik.

Güzellikle çirkinliğin, güler yüzlükle nadanlığın, uysallıkla geçimsizliğin, bil­gi ile cahilliğin, beceriksizlikle töskelliğin, hulâsa, muvaffakiyet sırları ile en­gellerinin dışında, insanın ölünceye kadar alnında taşıyacağı hangi cömert ve­ya insafsız tesadüfün yapıştırdığı bilinmeyen damganın da, dışdan gelecek bu hükümlerde tesiri büyüktür. Zaten böyle hükümler objektif olmaktan ziyade sübjektif yani insanların kendi bilgi ve duy­gularına göre, ve bin türlü tesir ve tel­kin altında vardıkları mağşüş kanaatların mahsulüdür. Bu gibi kanaatlerde, ha­kikatten ziyade hissin yeri vardır.

İnsanın kendi hayatı ve işleri hakkın­da, ekseriya müsamahalı olarak verdiği karar, umumi hissin müsbet intibaı ile birleşirse, hayatın en büyük zevki ve gu­rurunu verir. Hususile yapılan iyi ve gü­zel işler ve bırakılan büyük eserler şa­hit olursa. Bu şerefli talih tarihte kaç bahtiyara nasip olmuştur, ve kaç kişi bu saadetin zevkini hayatında doya doya tadabilmiştir?

Hayatın neşesi de, elemi de, zevki de, ızdırabı da, ikbali de, nikbeti de, yaşar­ken ve yaşadıkça idrak olunabilen hic­ranlar veya tesellilerdir.

Ölenin ne öyle bir hicranı duyacağı, ne de böyle teşebbüslere ihtiyacı vardır, ölen, yokluk fezasına o kadar dalmış ve hiçlikle o derece birleşmiştir ki, hiç bir minnet veya takdir, hiç bir küfür ve iha­net ona erişemez, onun muammalı uy­kusunu, esrarlı sükutunu bozamaz. Ona karşı çağdaşlarının en samimî bir sada­katle içlerinde besledikleri sevgi veya saygının, kin veya nefretin, neşe ve ızdırabı yine kendi vicdanlarında kalır. Muhabbetlerinin zevkini kendileri du­yar, düşmanlıklarının acısını da yalnız kendileri çeker, ölü hisleri olduğu gibi aksettiren bir hayalettir, ölenin büyük kuvveti yokluğunda ve susmasındadır. Hiç bir tarizin ve taarruzun erişemeyeceği bir yokluk, her suale evet veyahut hayır dediği bilinmeyen, o mutlak fa­kat mânalı ve ızdıraplı sükut.

Zaman geçtikçe, ölü faniliklerden sil­kinir, hatıraların saf ufuklarında yükse­lir, hayalleşir, ilahi kahraman haleleri arasında ‘ebedileşir’. Temiz yürekli, gü­zel ruhlu yurttaşların, vefalı dostlarının gönlünde ve dilinde sevgi ile yaşayan ve anılan ‘kutsal’ bir varlık olur.

Ne yazık öylesinin ölümüne, ne mutlu onu yetiştiren millete, ve onu böyle se­vene.

Şükrü Kaya, 1941, 7 Gün Dergisi