Bir Devrin Tanıkları Atatürk Evleri
1881 yılının bir ilkbahar gününde Selanik’in Ahmet Subaşı mahallesindeki pembe evde bir çocuk doğdu. Adını Mustafa koydular, ilerleyen yıllar içinde adı Mustafa Kemal, Mustafa Kemal Paşa, Gazi Mustafa Kemal Paşa ve sonunda Atatürk olarak tarihe yazıldı. Ömrü küçük yaşından başlayarak yokluklar, bitip tükenmeyen çalışmalar, sonra da savaşlar, siyasi mücadeleler, yeni bir devlet kurma, büyük devrim hareketlerini gerçekleştirme uğraşlarıyla geçti.

57 yıllık bir ömür onun gibi bir lider için, hatta dünya için, çok az bir zamandı. Çok gerekli, çok anlamlı, çok heyecanlı olaylarla dolu bu kısacık ömrün Türkiye sınırları içinde geçen günlerinde uzun yıllar oturduğu, kimi zaman yalnızca gecelediği, kimi zaman gün ağarana kadar çalıştığı evlerin birçoğu halen duruyor.

Cumhuriyet’i kurup, Ankara’da yerleşik bir yaşam biçimine kavuşana kadar Türkiye’nin her köşesinde kaldığı evlerden birçoğu, ona duyulan şükran ve saygının bir göstergesi olarak sahipleri tarafından Atatürk’e hediye edildi. Bugün bu evlerin büyük bir kısmı müze oldu. Atatürk evlerinin çoğu aynı zamanda tarihî Türk evlerine de birer örnek.

Eski eşyalar, eski resimler, yazılar, kumaşlar bir yerlerde temiz temiz saklanıyor diye insanın yüreği rahat ediyor. Atatürk de evi, ev töresini, ev eşyasını seviyordu. Ama, ömrü boyunca kendi malı olan, ona özgü, kendi zevkine göre ve kendi parasıyla alınmış veya yaptırılmış bir evi olmadı; Ankara, Söğütözü’ndeki en çok 35 metre kare gelen, kendi deyimiyle o ‘küçük kuliba’sından başka.

Babasının da Selanik’teki pembe evi dışında malı mülkü yoktu. Çankaya’daki bağ evinin duvarlarından birinde asılı duran hediye evlerin anahtarları onu bir süre eğlendirmiş, anılarıyla oyalamıştı; ama hastalığının ilerlediği günlerde, bu anahtarların hemen hepsini bir noter aracılığı ile tapularıyla birlikte bulundukları şehirlere gönderdi. Sahibi hayatta olan evleri de geri verdi.

Sahibi artık yaşamayan evleri ise müze veya başka bir kültür işinde kullanılmak üzere hükümete emanet etti. Atatürk’ün de kendine özgü bazı huyları vardı. Söz gelimi, oturduğu evde bir eşyanın, kendi eliyle koyduğu yer neresiyse orada kalmasını istiyor, değiştirilmesine de öfkeleniyordu. Eşi Latife Hanım’la yaşadıkları küçük aile kavgalarının neredeyse tek nedeni buydu.

Oturduğu yerlerde her şeyin ütülü, tertemiz, uyumlu ve zevkli olması gerekiyordu. Rahat etmesi için! Cephede, toplar tüfekler patlarken yarım teneke suyla da olsa, çadırından yıkanmadan asla çıkmadığını bütün arkadaşları bilirdi. Ata’nın bir de “yalnız kalma” ihtiyacı vardı. Ama, bu asla bir sevgisizlikten kaynaklanmıyordu. Zihni hiç ara vermeden üretmekle meşguldü. Fikir, eylem, öneri, bilgi…

Bu üretim yoruyordu o genç kafayı. Bir de vazgeçilmez bir huyu vardı: Kendini sorgulamak, hesaplaşmak. Bakımlı bahçeleri, sağlıklı ağaçları, renk renk çiçekleri, açık havayı ve denizi, deniz kenarını çok seviyor ve bu tür mekânlarda bir fincan kahve içtiği zaman mutlu oluyordu. Yanında kitap, defter ve kalemleri olmadan hiçbir evde huzur bulamıyordu. Evinde bir çalışma masası, kitap dolapları, haritaları, kalemleri mutlaka olmalıydı.

Ve de… Bir kara tahta. Konuşulacak, tartışılacak meseleleri o kara tahtada görmek ona her zaman iyi gelirdi. Bu yazı tahtalarının en büyüğü Florya Köşkü’ndeydi. Rengi de kara değil, yeşildi. Bu yeşil tahtanın bir özelliği de elektrikli bir mekanizmayla, istenilen yöne dönmesiydi ve tartışma, konuşma ağırlıklı akşam sofralarında, herkesin tahtadaki yazıları rahatça görmesini sağlıyordu.

Çalışma masaları hemen her zaman büyüktü. Haritalar ve diğer bütün görsel malzeme bu masalarda rahatça açılabilirdi. Çankaya’daki bağ evinin (Eski Köşk) bir özelliği vardı: Atatürk o evin girişindeki kocaman havuzu kaldırtmış ve yerine kocaman bir sofa yaptırmıştı.

Bu sofaya bir bilardo masası konuldu. Hemen her akşam, yemekten önce bir saat arkadaşlarından biriyle bilardo oynardı. Bu bilardo tutkusunun insanı üzen, içini acıtan küçücük bir hikâyesi de var:

Atatürk aslında yalnız yaşayan, çevresindeki kalabalıklara rağmen, hep yalnız olan bir insandı. Bir gün, “Bazen kendimi öyle yalnız yakalıyorum ki… Uzun saat ler tek başıma, kendi kendime bilardo oynayarak bu yalnızlığı unutmak zorunda kalıyorum!” deyivermişti. Bazen de bu sıkıntıyı kalabalıklar, onca anlamsız kalabalıklar içinde de duyuyor ve olduğu yerden, kimseye haber vermeden kaçıyordu. Kendini Söğütözü’ndeki o küçük kulübesinde tek başına bulunca rahatlıyor, dinleniyor, gevşiyordu. Perşembe günlerinin uygun bir saatinde ise o kulübedeki yalnızlığını annesiyle paylaşıyor, annesini anıyor, onun anısına Kuran okutuyordu.
Çankaya’daki eski köşkün, sanıyorum onu rahatsız eden tek olayı, köşkte yeterli kitaplık olmamasıydı. Sonraki yıllarda, Cumhurbaşkanlığı Köşkü yapılırken, özellikle istediği şeylerin ne olduğu sorulunca, şu yanıtı verdi Ata’mız:
“Ben sadece kocaman ferah bir yemek odasıyla yine kocaman, ferah bir kitap odası istiyorum beyler, o kadar!”

Atatürk, hastalığı sırasında Dolmabahçe Sarayı’nda kaldı çoğu zaman. Ve yaşamı orada sona erdi. Ama bir sultan gibi değil… Sıradan ve çoğu zaman yalnız bir insan gibi. İnsan oradaki günlerini düşünmek bile istemiyor işin doğrusu.

Dolmabahçe’deki saray günlerinin temel konusu onun için, ne saraydı, ne sultanlar gibi yaşamaktı, ne de hastalığı. O en zor günlerinde bile… “Milletim,” dedi… “Milletime söz verdim,” dedi. “Milletimle bir olmak, birlik olmak” istediğini bildirdi. Hastalığında çektiklerini kimselere belli etmek istemeden gözlerini kapadı gitti.
Nezihe Araz, SKYLIFE AĞUSTOS 2001