Benim Atam İman Abidesiydi (İsmail Hakkı Tekçe anlatıyor)

Atatürk, tam manasıyla iman ve itikat sahibi bir insandı. Yanında, İstiklâl mücadelesinden itibaren ölümüne kadar beraber bulunmuş, hizmetinden bir an mahrum edilmemiş bir insanım. Ne zaman yemin etse “Vallahülâzim, Billahülâzim” derdi. Bakınız, her ikisi de rahmete kavuşmuş iki insan için, bir hatıramı yazayım, belki bunu hiç kimse bilmez yahut yazmak istememişlerdir.

Hiç unutmam, Ulus’ta, şimdiki Merkez Bankasının olduğu yerde, çok eskiden “Fresko” adıyla bir bar açılmıştı. Sahibi, nasıl olmuşsa rahmetli Salih Bozok’u kandırmış, ortak olarak almıştı. Herhâlde onun mevkiinden faydalanmayı düşünmüş olacak. Atatürk, yakınlarının asla böyle kirli işlere girmesini istemez ve tahammül edemezdi. O gözü gibi sevdiği Salih Bozok’a bizim yanımızda şöyle gürledi: 

“Salih, Vallahülâzim senin burnunu yerlerde sürterim. Nasıl olur sen bar işletirsin, bunu kendine nasıl lâyık buldun?”

Arkadaşlarını çok severdi Paşa… Muhafız kıtasından Yüzbaşı İsmail Hakkı Tekçe’nin düğününde. Tekçe, Paşa’nın yanındaki genç Yüzbaşı.

Zavallı Salih Bozok, soğuk soğuk terler dökmüş ve hemen o işi tasfiye etmek suretiyle kurtulmuştu. Hâlâ sıcak hatıralarını taşırım. Bir gün yemekte şöyle sordu:

– Hakkı, bana yakınsın, seni Sefaretlere, Resmî yerlere, çaya davet ederler, bari sivil elbisen var mı?

Hakikatte yoktu, çağırılan yerlere de gitmiyordum, gidemiyordum, sükutumdan anladı:

– Yukarı çık, Mehmet gardırobu açsın, beğendiğin elbiseyi, ayakkabı, gömlek, kravat, şapkayı al!..

Durakladım, tereddüt içindeyim.

– Haydi, haydi, çık al! diye ısrar ettiler. Kendilerinin çok sevdiği bir berber Mehmet vardı. Bu işlere o bakardı.

Beraber çıktık, iki kat elbise ile şapka aldım, hatırladığıma göre gömleklerin yakası ve ayakkabılar küçük geldi, sorunca anlattım:

Allah, Allah! Sen benden toplumusun yani?… dediler. Sonra da, benim namıma ısmarlayın, emrini verdiler.

Yine bir akşamdı, rahmetli Şükrü Kaya’nın heyecanlı bir şekilde geldiğini görmüştüm,

– Hayır ola Beyefendi!, diye karşıladım.

– “Aman Hakkı Bey, Dersim’de Demenanlı’lar ayaklanmış, arz için geldim!” dedi. Ben de:

– Ben oraları çok iyi bilirim, Beyefendi, söyleyiniz, alayımla, harekâta katılayım, dedim. Akşam yemeğine İnönü’yü de çağırmışlardı. Üçü beraber oturuyordu. Atatürk’ün beni çağırdığını söylediler. Yanlarına çıktım, işaret ederek İnönü ile aralarına oturttular. Ve bana dönerek:

– Söyle harekâta alayımla katılmak emrini aldım de, dediler.

İnönü bunu duyunca şaşırdı.

-Eeee! Burası ne olacak, Cumhurbaşkanlığı Muhafazasını kim deruhte edecek?… diye karşılayınca şöyle cevap verdiler:

– Allah kerim, ona da bir çare bulunur.

Bir gün Abdülhak Hamid, Lüsiyen Hanım, Fazıl Ahmet Aykaç beraber oturuyorlardı. Bir mesele için beni de çağırmışlardı. O zaman şöyle bir konuşmaya şahit oldum.

Abdülhak Hâmid:-Paşam, bütün Türk kadınlarının Lüsiyen gibi hanım efendi, ev kadını, sadık, bilgili olmasını ne kadar isterdim, diye bir söz sarf etti.

Rahmetli Atatürk, Türk kadınına bir ecnebinin üstün gösterilmesine hiç tahammül edemezdi.

Birden rengi değişti:

– Fakat Beyefendi… diye gürledi.

Abdülhak Hâmid:

– Aman Paşam, bana Beyefendi demeyiniz! deyince,

Ata:

– Peki ne diyeyim, dediler.

– Adam deyiniz! cevabı karşısında da şöyle dediler:

– İşte Adam diyemediğim için Beyefendi diyorum ya!

Çok kızmıştı, nasıl olur da Lüsiyen Hanım bir Türk kadınından üstün olabilirdi?

Sonra bunu bir Türk şairi nasıl söylerdi?

Onun nazarında Türk kadını, bütün insanlığın en mümtaz varlığı idi. Yavuzları, Kanunîleri o doğurmamış mı idi? Hangi dünya milletlerindeki analar, Türk tarihindeki yiğitler kadar büyük ve mümtaz insan yetiştirmişti? (Allah, Allah!) diyerek, birkaç defa, sen sabır ver der gibi başını salladığını çok iyi hatırlarım.

Zavallı Abdülhak Hamid sapsarı olmuştu.

Atatürk mutekit bir insandı. Bakın, rahmetli yaveri Muzaffer Kılıç’ın anlattığı bir olayı burada nakledeyim. Büyük Taarruz sabahı, 26 Ağustosta, Kocatepe’deler. Daha topçu ateşi düşman mevzileri üstünde gürlemeye başlamamış. Mustafa Kemal, çadırından çıkıyor, ellerini göğe kaldırmış, tıpkı 1071 yılı 26 Ağustosunda, Malazgirt’te Alpaslan’ın duası gibi dua etmişti:

– Ya Rabbi! Sen Türk Ordusunu muzaffer et… Türklüğün, Müslümanlığın düşman ayaklar altında, esaret zincirinde kalmasına müsaade etme!… 

Muzaffer Kılıç, Gazi dua ederken gözlerinden birkaç damla yaşın süzüldüğünü görmüş.

Soyadı çıktığı zamandı. Ben daha bir soyadı seçmemiştim. Çağırtmışlar, yanlarına gittim. 

– Hakkı sen ne soyadı aldın? dediler. 

– Daha bulamadım efendim! diye cevap verince de, masada duran bir kitabı istediler, verdim, işaretlenmiş kısmı göstererek: 

– Oku, dediler. 

Burada Tekçe yazılı idi. 

– Ne demek, diye sordular. 

Tekbir demek, diyordum ki, Biricik demek Hakkı, Biricik, diye söylediler. Demek ki kendileri daha evvel düşünmüş, hazırlamış benim bu adı almamı münasip görmüşlerdi, her manası ile vefakârdılar, çalışana sevgilerini bir an esirgediklerini görmedim.

Mükâfatı ve cezayı hemen yerinde verir, ama kin tutmazlardı. Bir gün, geç vakit, galiba saat gece 24’tü. Ben o gün Tavlaları teftiş ediyordum. Süvari hayvanlarını biraz yorgun ve bakımsız görmüştüm. Tavlaya girmek üzere idim ki, Nöbetçi Subayı koşarak geldi. Köşke çağırıldığımı söylüyordu. Gittim; yanlarında Hasan Rıza Soyak vardı. 

– Neredesin Hakkı? dediler. 

– Efendim çalışıyoruz, cevabını verdim. 

– Biliyorum, biliyorum, Allah razı olsun, fakat fazla yorulmamalı, yorulma sonra çalışmaya birden bire darbe vurur. 

– Sağ olunuz, cevabını verdim. 

– Hakkı, şu senin oturduğun ev ve etrafındaki araziyi sana vermek istiyorum, onun için çağırdım, dediler. Adeta ne diyeceğimi şaşırmıştım. Hemen: 

– Sağ olunuz, hayatımın sonuna kadar bu büyük armağanı iftiharla saklayacağım, cevabını verdim.

Çok vefakârdılar, bir dikili ağacım olmadığını biliyorlardı. Herhangi maddi bir menfaat peşinde koşmadığımı yakinen gördükleri için olacak, bu kararı verdiler. Maddî menfaat için uğraşan ve çalışanları sevmezdiler.

O, her manasıyla Müslüman’dı, insandı, doğru idi. Tanrıya, sık sık şükrettiğini benim gibi duyan çoktur. İslâmlığı hakikî manası ile bilirdi. Kur’an okunmasından haz duyardı. Fakat okuyanın, mana ve derinliğini mutlaka bilmesini isterdi. Onun için ezanı Türkçe yapmış, Kur’an-ı tercüme ettirmek istemişti.

Ben Tanrıdan bu büyük adama rahmetler dileyerek yazımı bitireceğim.


Kaynak: Atatürk, Din ve Laiklik, İsmail Hakkı Tekçe, s.141-143