Baktıkça Özleminizi Arttıracak Atatürk’ün Az Bilinen 19 Fotoğrafı

1-İzmir’de Atatürk. Yıl 1934. Hemen arkasında evlatlarıyla; ne kadar da şık, nasıl da asil…

 

2-Bu, Samsun’a çıkmadan evvel çektirdiği son fotoğrafıydı. O yıllarda kendisine ‘Ya başaramazsanız’ diye soran bir Amerikalıya ‘şerefsiz bir ölüme katlanacak yerde atalarımızın çocukları olarak dövüşerek ölmeyi tercih ederiz!’ dediğinde, işte tıpkı bu fotoğrafındaki gibiydi. 38 yaşında genç, güzel,  gözleri gibi yüreği de alev alev vatan ve bağımsızlık aşkıyla yanan bir genç…

 

3-Adapazarı’nda Mektep öğretmenleriyle idi o gün. Yine Fransız bir yazarın, Paşa’nın huzuruna çıkınca O’nun keskin bakışları altında sendeleyerek yere diz çökmesi, bu fotoğrafın çekildiği günlerde meydana gelmişti.

 

4-Sütlaç yerken, kaşığı tutuşundaki asilliğe bakar mısınız? Kendisiyle o yıllarda görüşmeye gelen Bayan Fransız gazeteci, yaptığı görüşmeden çıktıktan sonra Fransa’daki gazetesi La Figaro’ya telgrafla şu haberi vermişti:“Şimdi müthiş bir adamla görüştüm. Mavi gözlü, sarı saçlı. İnanamıyorum ve hayal âlemindeyim. Müthiş etkileyici. Sanırım şu anda dünyadaki liderler ve erkekler arasında en yakışıklı olan adam…“ Haksız mı?

 

5-İhtimal, arkasındaki takipçileri savaşı acaba kazanır mıyız, bari Ankara’dan berisi bizim olsun diye düşünürken, o kafasında Cumhuriyet’i bile kurmuş, attığı her adımla devrimlerini inşaa ediyordu! İşte bu yüzden ve daima O. en önde yürüyordu!

 

6-Cumhuriyet’i ilan etmeden az öncesi. Ah Mustafa Kemal’im, Cumhuriyet’in ilanını halka duyuran o top atışları, kim bilir kaç Hilafetçi arkadaşının ihtiraslarını da yıkıp dağıtmıştı!

 

7-Devrimlerin Atatürk’ü, harp meydanlarının Mustafa Kemâl’ini geride bırakıyordu; Asil Lider Mustafa Kemal, Kastamonu’dan asırlık fesi, kafalardan taassupla beraber fırlatıp atıyordu…

 

8-Evvela O da bir insandı. O da güler, o da sevinir, o da ağlardı. İşte 1927’de mutlu bir an. İsmet Paşa’yla at yarışlarını izliyordu. Birazdan, O’nun tuttuğu at galip gelecekti..

 

9-Takvimler 16 Haziran 1928’i gösteriyordu. Eminönü’ndeydi o gün… Hafif öne eğik başı, bastonu ve şapkasını beraber kavradığı ince uzun zarif elleriyle; sırtını İngiliz sermayeli ‘Osmanlı’ Bankası’na dönmüş, birazdan arabadan inip milli sermaye ile kurulan ‘Türkiye’ İş Bankası’na girecekti…

 

10-Çocuklar gibi eğlenmişti o gün… nasıl da gülüyor, gururumuz, güneşimiz, bi’tanemiz…

 

11-İstanbul’da, halkının arasındaydı o gün. Hemen arkasında Ruşen Eşref Ünaydın ve Kılıç Ali vardı. BAŞÖRTÜLÜ İki Türk kadını dertlerini anlatmak, Türk çocukları ise Gazi’yi görmek için yolunu kesivermişlerdi. Koruması yoktu. Hemen yanındaki soruyorsanız yaveri Rusuhi idi. Arkada gözlüklü ŞAPKASIZ görünen Tevfik Bıyıklıoğlu’ydu. Şu fotoğrafıyla bile, günümüz hainlerine mesaj veriyordu, belki kendisi değil ama fotoğraf diyordu ki: İcraatlerinden emin olanın, halkı tarafından sevilenin KORUMAYA ihtiyacı yoktur, ŞAPKA takmayan benim devrimde asılmamıştır, BAŞÖRTÜSÜ ise asla yasaklanmamıştır.

 

12-Güneş o gün Florya’dan doğmuştu…Gerçi, O, Türk’ün batmayan Güneşi idi…

 

13-Bir milletin “karşılıksız”, “LİDER”ine bu denli sevgi ve hayranlık duyduğunun kanıtı olan, ender fotoğraflardan biriydi belki bu… Şüphesiz, Türk gençlerinin gözlerindeki minnetarlığı, bağlılığı, Kurtarıcısına olan sevgisi sevdası, dünyanın gelmiş geçmiş ve gelecek tüm liderlerinin tadamayacağı tek duygu olacaktı…

 

14-Ordusunun bütün hayatını izlerdi. Üniformalar değişirken, kendi sırtına giyecekmiş gibi ilgilenirdi. Düşünülen yeni üniformalar önce resim halinde çizilmiş olarak ona götürülürdü. Bunların üzerine tashihler yapardı. O, her şeyi ile tam bir modern ordu hazırlamıştı…

 

15-Bir arkadaşı aynen şöyle yazmıştı: “Başlıca zevklerinden biri motor veya çatana ile Boğaz gezintileri yapmaktı. Yalıları sıyırarak geçerdik. Halkın eğlendiğini görmekten zevklenirdi. Bazen mesalâ Kalamış koyunda, motorunu kayıklar arasında durdurur, deniz seyrancıları ile haşır neşir olurdu. Güverteden selâm verirdi…”

 

16-TÜRK’ÜN TEK LİDERİ…Çalışıyor, çalışıyor çalışıyordu…Tarih Kongresi’ndeydi o gün…Gerçi O, Dolmabahçe Sarayı’ndaki ölüm döşeğine kadar kendisini izleyen üç büyük devrim uğruna çalışmıştı: Türk Alfabesi, Türk Dili ve Türk Tarihi.

 

17-İstanbul o gün biraz neşeli biraz da endişeli idi. Neşeliydi Atatürk Ankara’dan gelmişti. Endişeliydi, acaba hastalığı söylenildiği gibi ciddi miydi?..

 

18-Günlerden bir gün O’nun treni duracak ve Gazi Paşa pencereden görünecek…sonra yaverleri, Bakanlar; hep beraber inecekler…Türk halkının dertlerini ve isteklerini uzun uzun dinleyecekler…Bu, tren yolu güzergahındaki bütün şehirlerin, kasabaların, köylerin en büyük ve ortak rüyası idi… bir kez olsun kurtarıcılarını görebilmek… O’nun bir güneş gibi aydınlatan güzel yüzünü, Türk’e güven veren şimşekler çakan eşsiz benzersiz gözünü..

 

19-Askeri bir manevrada kahraman Türk askerini izliyordu o gün…Ayaz vardı…karaciğerinden hastaydı…aldırmıyordu ama…gözleri çok uzaklarda, ufuklardaydı…diyordu ki:”SİZİN GİBİ KOMUTANLARI, SUBAYLARI, ERLERİ OLAN BİR ULUSUN KÖLE OLMASI MÜMKÜN DEĞİLDİR.”
Geniş alnı; kaşları altında meydan okur gibi sabit; soğuk bir ışıkla parıldayan gözler… Bu gözler ki; aynı zamanda her tarafa birden bakıyor hissiyatı veriyor, karşısındakinin akıl almaz bir şekilde düşüncesinin derinliklerine kadar iniyor, isteğine boyun eğdiriyordu. Viyana’daki bu fotoğrafından tam bir yıl sonra, yine bu gözler bu bakışlar, tüm vatanseverleri peşine takacak, erişilmez zekasını muazzam bir ışıkla tüm Anadolu’ya saçacaktı.