Babam Aşık Veysel, Atatürk İle Görüşemediğine Üzülürdü

Bahri Şatıroğlu, babası Âşık Veysel’i anlatıyor:

Önce size köyümüzü, Sivrialan’ı anlatmalıyım. Sivrialan, Sivas ili Şarkışla ilçesinin 30 kilometre kuzeyinde, Yozgat Akmağdeni’nin 30-35 kilometre güneyinde Akdağlar’ın eteğinde kayalık bir arazi üzerinde kurulmuş. Şimdilerde Şarkışla’dan köyümüze, asfalt yolla ulaşabilirsiniz.

İşte bu köyde babam 1894 yılında patika bir yol kenarında, bir çalının dibinde gelmiş dünyaya. Yedi yaşına dek herkes gibi gülmüş oynamış. Yedi yaşında çiçek hastalığı gözlerini alıp götürmüş.

Onunla ilgili yazılarda ve kitaplarda bir yanlışlığı düzeltmek istiyorum. Gözünün tekinin açılma ümidi varmış. Kendisi öküzlerin önünde dururken, öküz kafasını salladığında öküzün boynuzu o gözüne batmış ve o gözü de kapanmış. Kitaplarda değneğin battığı yazılıdır. Bu doğru değildir. Gençliği Türkiye’nin Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı yıllarına rastlar. Savaş başlayınca yaşıtları asker olur. Kendisi askerlik çağında olduğu halde gözleri görmediği için askere alınmaz. Köyde yaşlı erkekler, kadınlar ve çocuklarla kalır. Bu duruma çok üzülür. Sazını tüfek gibi omuzuna asıp, köyde dolap durur. Bunu şöyle anlatırdı:

“‘Ben Allah’ın nasıl kuluyum ki ben bu vatan hizmetinden yoksun kaldım’ diye düşünerek çok acı çektim.”

Bir de Atatürk ile görüşemediğine üzülürdü. 1933’te, Cumhuriyet’in onuncu yılı dolaysıyla Nahiye Müdürü Ali Riza Bey babamdan bir şiir istemiş. O da yazmış. Çok beğenilmiş. Bunu Atatürk’e götürmesi istenmiş. O da o zaman araba yok, düşmüş yola. Üç ayda Ankara’ya gitmiş. Ankara’da 45 gün uğraşmış, bir türlü şiirini Atatürk’e verme olanağı bulamamış. Falih Rıfkı Atay’la görüştürmüşler. Şiiri “Hakimiyeti Milliye” gazatesi’nde üç gün üst üste yayımlanmış. Atatürk’e ulaşamayınca yeniden arkadaşı İbrahim ile köye dönmüşler.

Aradan bir zaman geçmiş. Bu kez İstanbul’a gitmişler. O zaman yeni yayına geçen radyoda bir konser vermiş. Mesut Cemil Bey yardımcı olmuş. Radyodan çıkıp bir yakınlarının evine konuk olmuşlar. Bu sırada Atatürk radyodan programı dinlemiş ve telefon açmış:

“Kim onlar? Onları bana gönderin” demiş. Ama bütün gece polis onları aramış bulamamış. Bir kaç gün sonra babam radyoya gidince durumu öğrenmiş. Yeniden umutlanmış.

Mesut Cemil bir kart yazmış. Atatürk’ün yanına göndermiş. Ama görevliler onu bir türlü Atatürk’ün yanına götürmemişler. Görüştürmemişler.

Babam kimi gazetecilerle görüşürken onlara “Ben Atatürk’ü çok seviyorum. Ama herkes şahsen ya da fotoğrafından onu görüyor. Ben ise hepsinden yoksunum. Kulaklarımla onu sesini candan duymak istiyorum” demiş. Ne yazık ki bir türlü bu isteği gerçekleşmemiş.

Babam Atatürk’ü de, 7 yaşından sonra dünyayı da göremedi. Ama bunları hep gönül gözüyle gördü. Yaşadı, yaşattı. Gücünün yettiği ölçüde Atatürk’ü, onun devrimlerini yediden yetmişe anlattı. Onun yaptıklarını, adım adım dolaştığı Türkiye’de dile getirdi.

Babam Âşık Veysel, duygu dolu bir insandı. Özü sözü birdi. Söylediklerinde hiçbir yapmacığa kaçmazdı; yürekten samimi olarak söylerdi. Herşeyden önce yerli ve ulusal halk şiirini çok iyi bilirdi. Çok sevdiği şairler, Karacaoğlan, Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Ruhsati, Âşık Veli, Komtar Baba, Sadık Baba idi… Türk halk şiirinin bu gözde ozanlarının şiirlerini çok sever, çalıp söylerdi.


Bütün Dünya, Nisan 2003