Atatürk’ün Yazarlığı Ve Hatipliği
Hüsrev Gerede’nin anılarından:
Keskin kılıcı kadar güçlü de kalemi olan iyi bir yazardı.
Yazılan anlamlı ve ruhlu, anlatımı açık ve kesin, kelime şakırtılarından, başka bir deyişle sözcük süslemelerinden sıyrılmış idi.
Anlatım biçimi yüksek ve edebiyatçılara özgüdür. Arap harfleriyle yazısı okunaklı ve pişkin, Latin harfleriyle okunaklı ise de pek pişkin sayılmazdı. Çünkü bu harfleri eskiden pek sık kullanmamıştı. 1928 yılı Temmuz ayında Dolmabahçe Sarayı’nda küçük bir sofra kâğıdına adımı yazmıştı. Bu yazıyı hem bir fikir vermek, hem de tarihsel bir anıyı sergilemek için ekliyorum.
Hasan Rıza Soyak’tan öğrendiğime göre mektup yazmasını sevmezmiş. Kendisine gelen mektupları not ettirir, cevaplarını kısa verirmiş. Evrakı görmek için belirli zaman ayırmazmış. Nerede, ne durumda olursa olsun, örneğin otomobille Marmara Köşkü’ne giderken Hasan Rıza’ya rast gelirse “Ne haber, beni mi arıyorsun?” diye sorar, işleri gözden geçirirmiş.
Acele yapılması gereken işler için ne zamana, ne de yere bakmaksızın ister yollarda, ister eğlence yerlerinde olsun bir işaret üzerine özel odaya çekilir işlere bakarmış. Bu amaçla rahatsız edilmeye kesinlikle kızmazmış. Büyük davalara atılmış bu gibi adamlar her işi zamanında sonuçlandırabilmek için özel yaşamlarının düzenini yitirirler, yemeklerini bile öğünde yemezler. Atatürk de genellikle böyle yapmış, yemeklerini zamanında yememiş, çok kez ayran ekmekle yetindiği görülmüştür.
Atatürk parlak bir hatipti. Tatlı, içe işleyen, gür sesi ile dinleyicilerini büyüler, güçlü mantığı ile karşısındakileri istediği yola sokardı. Önemli nutuklarını önce hazırlar, fakat genellikle içinden geldiği gibi eksiksiz söz söylerdi.