Atatürk’ün Yaveri Sami Yanardağ
SAMİ BEY’İN BİYOGRAFİSİ
Sami Bey, 1896 yılında Üsküdar – İstanbul’da doğmuştur.
Babası Süleyman Fethi Bey, annesi Kazıme Hanım’dır. Sami Bey, İlk, orta ve lise tahsilini bitirdikten sonra 7 Ekim 1913 tarihinde İstanbul’da Subay Talimgâhı’na katılmış ve 5 Ağustos 1914’e kadar kısa bir süre eğitim gördükten sonra süvari subay adayı olarak İzmir’deki 2. Süvari Alayı’nda göreve başlamıştır. Sicil numarası SV.1915-7 dir. Daha sonra Gelibolu Yarımadası’nda bulunan 15. Kolordu kuruluşundaki Mustafa Kemal Bey’in oluşturduğu ve komutanı bulunduğu 19. Tümenin emrine verilmiştir. Böylece Mustafa Kemal Bey’in ilk defa yanında bulunmuş ve bir süre de emir subaylığını yapmıştır. Sami Bey Gelibolu Yarımadası’na 25 Nisan 1915 tarihinde karaya çıkarma yapan düşmanla yapılan muharebelere katılmıştır. Müttefiklerin 9 Ocak 1916 tarihinde Gelibolu Yarımadası’nı boşaltmasından sonra Galiçya Bölgesi’ne intikal emri alan 15. Kolordu ile birlikte kendi birliğiyle Galiçya’ya gitmiştir.
Sami Bey, Galiçya Bölgesi’nde bir yıl kadar muharebe sahasında kalmış kolordunun Ağustos 1917 tarihinde vatana dönüş yapmasından sonra Azerbaycan’daki 2. Kafkas Süvari Tümeni emrine verilmiş burada yaklaşık bir yıl kadar görev yaptıktan sonra Ceyhan’daki 14. Süvari Tümeni emrine verilmiştir. 1923 yılı başında savaş sebebiyle eksik kalan Harp Okulu öğrenimini tamamlamak üzere İstanbul’a gelmiş ve yaklaşık 2,5 yıl öğreniminin ardından Urfa 54. Süvari Alayı İaşe Subaylığı vazifesine atanmıştır. Ardından Cumhurbaşkanlığı Yaverliğine atandığı için 2 Temmuz 1927 tarihinde Ankara’da ikinci defa olarak Mustafa Kemal Paşa’nın emrinde tekrar göreve başlamış ve bu görevde 17 Haziran 1929 tarihine kadar iki yıl kadar kaldıktan sonra İstanbul’daki Askeri Veteriner Okulu Binicilik Öğretmenliği’ne ataması yapılmıştır.
Bu görevde 8 ay kaldıktan sonra İstanbul Astsubay Okulu Müdürlüğü’ne atanmıştır. Burada da 10 aylık bir vazife hayatından sonra Kırklareli’ndeki 2. Süvari Tümeni 4. Alay 3. Bölük Komutanlığı’na gönderilmiştir. 9 aylık hizmetin ardından tekrar Astsubay Okulu Müdürlüğü’ne dönmüştür. 3,5 yıl müdürlük yaptıktan sonra Ayazağa – İstanbul’da bulunan Süvari Binicilik Okulu emrine verilmiştir. Bu Okul emrinde görevli iken okulun Kurmay Başkan Vekilliğine atanmış ve bu görevde iken 6 aylık bir hizmetten sonra 5. dereceden harp malulü olarak 10 Nisan 1936 tarihinde emekli olmuştur.
Sami Bey, II. Dünya Savaşı sırasında subay ihtiyacının artması üzerine emekli olarak istihdam edilmek üzere 25 Mayıs 1941’de İstanbul 1. Kor. As. Mnt. K.’lığı 2. Şube emrinde görevlendirilmiş ve bu görevde iken 31 Mayıs 1942 tarihinde de terhise (ikinci emekliliği) tabi tutulmuştur.
Sami Bey, Hatice Hanım ile evliydi. Yabancı dil olarak da Fransızca bilmekteydi. Sami Bey, orduda 23 yıl hizmetler vermiş, yakın tarihimizdeki bütün savaşlara katılmıştır. 1 Mart 1982 tarihinde 86 yaşında iken İstanbul’da hayata veda etmiştir.
SAMİ BEY’İN RÜTBE YÜKSELME TARİHLERİ VE YAVERLİK YAPTIĞI SÜRE
Sami Bey, 5 Ağustos 1914’te Subay adayı olmuştur. 25 Ağustos 1914’te asteğmen, 1 Mayıs 1915’te teğmen, 1 Haziran 1916’da üsteğmen, 15 Ekim 1921’de yüzbaşı, 30 Ağustos 1932’de binbaşı rütbesi almıştır.
2 Temmuz 1927 – 17 Haziran 1929 tarihleri arasında yüzbaşı rütbesiyle 1 yıl, 11 ay yaverlik yapmıştır.
SAMİ BEY’İN ŞAHSİYETİ VE ÖZEL HAYATI
Sami Bey, Atatürk’ün diğer yaverleri gibi ciddi, çalışkan, vatansever, fedakâr, Atatürk’e çok bağlı ve onun hizmetinde bulunmaktan dolayı çok gurur duyan bir subaydı. Sami Bey, Rüsuhi Bey başyaver iken emrinde yaver olarak bulunan Muzaffer Bey’in görevinden ayrılması üzerine yaverliğe başlamış ve bu görevde iki yıl kadar tek yaver olarak hizmet etmiştir.
Sami Bey, yaverliği döneminde Mustafa Kemal Paşa ile beraber birçok gezi, tören ve tatbikatlara katılmıştır. Harf İnkılabı sırasında yapılan bir çok geziye katılmıştır.
SAMİ BEY’İN KATILDIĞI SAVAŞLAR VE ALDIĞI MADALYALAR
Savaşlar:
1. I. Dünya Savaşı: Çanakkale, Galiçya, Kafkas Muharebeleri,
2. İstiklal Savaşı.
Madalyalar:
1. Harp Madalyası,
2. Gümüş Liyakat Madalyası,
3. Demir Salip Nişanı,
4. Avusturya Harp Liyakat Madalyası,
5. Beşinci Rütbeden Mecidi Nişanı,
6. İstiklal Madalyası.
SAMİ BEY’İN MUSTAFA KEMAL PAŞA İLE BERABER BULUNDUĞU GÜNLERE AİT BAZI ANILARI
Mustafa Kemal Bey’in Hayatını Kurtaran Saat
Sami Bey, Çanakkale’de Mustafa Kemal Bey’in yanında bulunuyordu. Mustafa Kemal Bey’in saatine şarapnel parçası isabet ettiği olayda da oradaydı. Bu olaya ait hatırasını Sami Bey şöyle anlatmıştır:
“Conk Bayırı Muharebesi başlarken Mustafa Kemal ve yanında Kurmay Başkanı Binbaşı İzzettin Bey, yaveri Yüzbaşı Cevat Abbas Bey, iki de emir subayı olarak benimle Zeki (DOĞAN) vardı. Bir mermi geldi, bizi toprağın altına gömdü.
Toprağın altından çıktık, ben Mustafa Kemal Bey’in yanına gittim.
-Efendim bir emriniz var mı? dedim.
Çıkardı saatini gösterdi saat ezilmiş. Bir mermi gelmiş saatine vurmuş. Eğer saati olmamış olsaydı mermi kalbinden içeri girerdi.
-Efendim benim saati takdim edeyim hem de fosforludur. Gece de görünür, dedim.
Bileğimi eline aldı, fosfora baktı.
-Peki, sen şimdi bir keşif vazifesi alsan ne yaparsın? dedi.
Birden bire şaşırdım. Böyle bir soru soracağı hatırıma gelmemişti.
–Efendim arkadaşlarımın saati ile idare ederim, dedim.
-Olmaz, dedi.
Saati almadı”
Komutan Böyle Olur
“Anafartalar’da düşman çıkarma yaptığı zaman iki jandarma taburu ile bir süvari bölüğü vardı. İngiliz kuvvetleri çıkar çıkmaz Fevzi Bey Mıntıka Komutanlığına Saros’tan geldi, iltihak etti.
Fevzi Bey bir emir subayı ile 10 atlı istedi. Karargâhına beni gönderdiler. Gittim. Gider gitmez hemen emir verdi.
– Çilek tepe’ye git. Oradaki Jandarma Komutanı ile temasa geç ve düşman hakkındaki raporunu bize gönder, dedi.
Gittim. Orada Tabur Komutanı Kadir Bey’le ile görüştüm, bu zat bilahare şehit oldu, manzarayı da gördüm, bir raporla bildirdim. Fevzi Bey ‘Akşamüzeri de gel.’ demişti. Akşamüzeri kalktım gittim. Fakat akşam geldiğim zaman Fevzi Bey’i göremedim. Gitmiş. Yerine Mustafa Kemal Bey Anafartalar Mıntıkası Komutanı olarak gelmiş. Mustafa Kemal Bey’e:
-Ben Fevzi Bey’in emir subayı olarak bulunuyordum, vazifeden şimdi geldim, ne emredersiniz? dedim.
–Kalınız yanımda, dedi.
Kaldım. Biraz sonra Zeki, Tayfur Köyü’nden geldi. O gece bir taarruz tertipledi. Bu taarruzda komutanlar 60 km yürüyüş yapmıştı. Kıta’lar yorgundu, yorgunluğundan bahsettiler. Mustafa Kemal Bey:
-Burada geçireceğiniz her an bizim zararımızadır, düşman karınadır, onun için derhal taarruz edeceksiniz, dedi ve taarruz emrini verdi.
Düşman hiç böyle bir şey beklemiyordu. Geceleyin bir baskın halinde taarruz edildi. İlk seferde iki bin kadar düşman esir alındı ve düşman geriye Sorel Limanı’na çekildi ve topların himayesi altına girdi. İlk gece taarruzu Mustafa Kemal Bey sabaha doğru yaptı. Sabahleyin biraz dinlenmek için çadırına geldi. Zaten Çanakkale’de uyku denilen bir şey yoktu, ancak üç dört saatlik dinlenmeler vardı. Sabahleyin kalktı çadırının önüne bir masa konuldu, orada sabah kahvaltısını yapacak; ama kafasında mütemadiyen bir şey düşünüyordu. Conk Bayırı ateşler içerisinde yanıyordu. Oraya bir an evvel yetişmek istiyordu. Beni çağırdı:
-Yanına 6 atlıyı al, derhal Güney Grubu istikametine git, oradan gelmekte olan Piyade Alayını al, Conk Bayırı’nda Kurtdere var, oraya getir, yarın ben de geliyorum, dedi.
Gidiyordum:
-Dur! Yolu biliyor musun? dedi.
–Bilmiyorum, Güney Grubu istikametine giderim, dedim.
-Çok dolaşırsın, köyden ata bindirilmiş, bu mıntıkayı bilen bir kılavuz al. O sizi daha kestirme götürür, dedi.
Komutan böyle olur. Yalnız emir vermekle değil, yapma kolaylıklarını da gösterir.
-İkinci emrim yolda tek erden kıt’alara kadar kimi görürseniz söyleyin derhal cephede kıtalarına iltihak etsinler, yarın geçiyorum, kimseyi cephe gerisinde görmeyeyim. Üçüncü emrim de Nakliye Kollar Komutanı Binbaşı Şevki’ye, emrimi tebliğ et, gelmekte olan Piyade Alayına kuvvetli bir yemek hazırlasın, tatlısı ile beraber yemeğini yedirsin, dedi. Ve ilave etti:
-Şevki Bey’e söyle size bir kılavuz versin, çünkü bu götüreceğiniz adam bilmez Kurtdere’yi; ama Şevki Bey her gün cephane, iaşe götürdüğü için o mıntıkaları bilir, sizi oraya götürür, dedi.
Çıktık gittik. Güney Grubu istikametine giderken karşıdan tozlar içerisinde bir kuvvet geliyor. Anladım ki, Alay budur. Gittim Alay komutanına:
-Efendim, ben Mustafa Kemal Bey’in emir subayı olarak geldim, sizi alacağım ve Kurtdere’ye götüreceğim, gitmeden evvel de burada Nakliye Kollarında akşam yemeği yiyeceğiz, dedim.
Gittik gece sabaha karşı idi. Zaten Kurtdere’nin de en tepesinde bir yerde idim, karşıdan bir gölge geliyor. Bu gölgeyi görünce bunun Mustafa Kemal Bey olduğunu anladım. Geldi tekmil verdim.
-Efendim, Alay geldi, burada emrinize hazırdır, dedim.
-Çağırın kıt’a komutanlarını, dedi.
Çağırdık. Öyle uzun boylu yazıyla emir yok.
-Arkadaşlar işte Alayınız, işte düşman. Şimdi ben ileri gidiyorum. Oradan kırbacımla işaret edeceğim, derhal hücuma geçeceksiniz. Çünkü hücumla düşman siperlerine girecek ve düşmanı olduğu yerde imha edeceksiniz, emrini verdi.
Gitti. İlk seferinde kırbacı kaldırdığı görülmedi, bir portatif kürekle işaret verdi. Alay mevziden çıktı ‘Allah! Allah!’ diyerekten hücuma başladı. Zaten mesafe 25 m veya 75 m idi, Mustafa Kemal Bey’in bulunduğu yerin mesafesi de 35 m İdi. Buradan taarruz başladı, işte ne olduysa o anda oldu. Piyade, topçu, zırhlı kruvazörlerden açılan ateş sağanağı altında kaldık. Atatürk 3,5 saat süren bu taarruzu oturmaksızın, dinlenmeksizin bekledi, en nihayet gelen raporlar ‘Dörtte üçümüzü kaybettik, daha bir adım gitmeye takatimiz kalmamıştır’ diyordu. O zaman:
-Bulunduğunuz yeri tahkim edin, kalın emrini verdi.”
Sami Bey’in Mustafa Kemal Paşa’ya Söyleyemediği Sözler
“İzmir’in kurtuluşu sırasında Karşıyaka’dan çıktık. Arkada boya depoları var. Onun önünde Başkumandan arabasını gördüm. Hayret ettim. Gittim. Tekmil haber verdim. Afyon’da yaralanmıştım. Aynı zamanda kolum boynuma asılı idi.
-Efendim Urla istikametine gitme emri aldık. Oraya gidiyoruz. Alayımız da gelmek üzere ben öncü bölüğüyüm, dedim.
Yaramı fark etti.
-Nerede yaralandın?
-Afyon’da yaralandım.
–Afyon’dan buraya kadar böyle mi geldin?
-Evet, zafer neşesi ile en ufak bir acı dahi duymadım.
-Yarana baktılar mı?
-İki defa yolda açtılar bir defa da dün akşam burada Karşıyaka’da bir doktorun evinde tedavi için açtılar temizlediler. Fakat maalesef mermi eklemimin içerisinde kalmış, kolum kapanmıyor.
-Gazanı tebrik ederim. Mübarek olsun, dedi.”
Sami Bey Nazmi KAL ile yaptığı röportajda o gün için üzüldüğü bir durumu şöyle belirtmiştir:
“O sırada dilimin ucuna kadar geldiği halde söyleyemediğim için hala üzüldüğüm sözler şöyle idi:
-Efendim sizin ne işiniz var bu avcı hattında. Burası avcı hattı. Karşıyaka’yı düşmandan daha temizlemedik. Her yanda düşman asker kaçakları, Rum ve Anadolu’dan kopup gelen muhacirler var. Bunlar kiliseye doldu, orası kalabalık, diyecektim, diyemedim ve halen daha üzülürüm.”
Sami Bey ile Nazmi Kal Arasında Yapılan Röportajdan Bir Bölüm
“Nazmi KAL – 1927’de siz Atatürk’ün yaverliğine getirildiniz. Bu yıllar harf inkılâbıyla uğraştığı yıllardır. Atatürk yeni harfleri herkese öğretmek için yurt gezilerine çıkardı. Bu geziden enteresan anılarınız var mı, anlatır mısınız?
Sami Bey– Efendim harf inkılâbı diyoruz bu gibi inkılâpları basit görüyoruz şimdi. Fakat o zaman çok mühimdi. Şapka İnkılâbı diyoruz basit görüyoruz. Şapkayı bu millete giydirecek bir adam dünyaya ne gelmiştir, ne düşünmüştür ne de teklif edebilmiştir. Bunu ancak Atatürk yapmıştır. Harf İnkılâbıyla da bizzat kendisi meşgul olmuştur. 33 saat durmaksızın çalışmıştır Harf İnkılâbı sırasında. Malum ya eski Elifba ile alfabenin harfleri arasında bir çelişki var. Bunu halletmek için formülleri bizzat kendisi bulmuştur. Bu esnada saraya tahtalar koydu, derse çekerdi bizleri, ders verirdi. Bir Rize mebusumuz vardı, Hasan Cavit Bey. Çok mert, çok temiz, çok iyi bir adam ama okuyup yazması kıttı. Alfabeyi hiç bilmezdi tahtaya çekmesin diye sınıfta çocuklar nasıl sinerse öyle sinerdi. Nihayet bir gün vapura bindik Sinop’a gittik. Sinop’ta hükümet konağının önüne bir tahta getirdiler. Halk da etrafımızı almıştı. Bir adam gördü çağırdı.
–Senin adın ne?
-Ömer,
-Peki, yaz ismini,
-Allah ömürler versin size Paşam,
–Ömürleri bırak Ömer’i yaz, ismini yaz şuraya,
-Okumam yazmam yok.
-Peki, ben yazayım, dedi.
Aldı tebeşiri ‘Ömer’ diye yazdı. İşte senin ismin bu. Bu baştaki yuvarlak harfi görüyor musun, dedi. Kenara bir ‘O’ yazdı üzerine de iki nokta koydu ‘Ömer derken Ö diyorsun ya işte bu o. Bunlar da birleşti mi işte Ömer olur. Yaz bakayım’ dedi. Yine ‘Allah ömürler versin.’
–Bırak şu ömürleri sen Ömer’i yaz, dedi. Nihayet adam mecbur oldu tebeşiri aldı koca tahtaya minicik bir ‘O’ işareti yazdı, üzerine de iki tane kazık çekti. ‘Peki, Ö de bakalım, Ömer’in Ö’sünü oku.’ Ö dedi hafif sesle. Atatürk ‘Yok, hep duyalım’ dedi. Döndü şehrin içerisine doğru, Ö diye bir bağırdı. Hepimiz hayrette kaldık. Atatürk ‘Sen tellal mısın?’ dedi.
-‘Evet, efendim’ dedi.
Hükümet tellalıymış hakikaten. Atatürk ‘Tellala alfabeyi öğretirsen tabii böyle okur’ dedi. Yani böyle bizzat kendisi meşgul olurdu. Oradan döndük geldik saraya. Saraydan motorlarla Sarayburnu’na çıktık. Sarayburnu’nda o zaman gazinolar vardı. O gazinolarda oturdu bir kâğıt kalem istedi. Aldı yazmaya başladı. Baktı, orada bir doktor yüzbaşı oturuyor. Çağırdı, ‘Gel, bunu al, vatandaşlara oku’ dedi. Adamcağız kâğıdı aldı eline ama harfi göremiyor heyecana kapıldı, kâğıtla oynuyor. Falih Rıfkı Bey ‘Paşam, doktor bey heyecana kapıldı müsaade ederseniz ben alıp okuyayım’ dedi. ‘Al oku’ dedi. Oraya yeni harflerle şöyle yazmış. ‘Yanımızda şarkı söyleyen hanım cidden eserinde muvaffak oluyor. Kendisini takdir ve tebrik ederim. Ama Türk’ün ruhunu neşeye boğacak kendi musikisi vardır. Biz onu yükselteceğiz.’
Bir gün Hasan Rıza Bey ile beraber köşkün önünde idiler. Çağırdı beni, işitemedim. Tekrar çağırdı, gittim, ‘Ne buyurdunuz efendim?’ dedim. ‘Benim kaderim sağırlarlaymış’ dedi. Emri tekrar etti. ‘Atları gönder çiftliğe, otomobillerle bazı yerlere çıkamıyoruz’ dedi. Atları gönderdik ve biz de biraz sonra arabaya bindik çiftliğe gittik. Çiftlikte indi, bindik atlara, tepeye doğru çıkıyoruz. Tepeye yaklaştığı sırada at dörtnala kalktı. Biz de arkasındayız, altı tane de seyis var, dörtnala kalkarsak olabilir ki atı heyecana kapılır bir kazaya sebebiyet veririz diye korktum. Askerlere ‘Oğlum siz beni 150 metreden takip edin ben gideyim Atatürk’ü takip edeyim’ dedim. Ben Atatürk’ün peşine takıldım. Geldik, tepede durdu. Orada kulübenin yanında bir adam duruyor. Çağırdı,
-Senin adın ne?
-Âdem.
–Peki, ne yapıyorsun burada? dedi.
Karısı da yanındaydı.
-Karımla beraber mısır ekiyoruz, kışlık zahiremizi çıkarıyoruz.
-Bu yer senin mi?
-Hayır.
-E, nasıl girdin çalışıyorsun?
-Efendim boş bulduk çalışıyorum.
Atatürk çok müteessir oldu, bana döndü.
-Zavallı çapayla mısır dikecek, kışlık zahiresini çıkaracak, dedi. Ve adamı çağırdı.
-Sana şu yeri sürsünler, versinler, dedi.
Adam hala O’nun Atatürk olduğunun farkında değildi durdu.
–Ne oldu, memnun olmadın mı?
-Efendim sonra ben bunu nasıl kaldırırım.
Gösterdiği yer büyük bir yer. Atı yok, arabası yok bir kadını var yanında.
-Peki, çuvallasınlar evine kadar getirsinler.
Adam koştu ve atın üzengisine yapıştı, ellerini öptü:
-Allah sana ömürler versin, diye dualar etti.
Çiftlik Müdürü Tahsin Bey’e:
-O vadiyi sürün ona verin, dedi. Belki de adam o sene zengin oldu”
Serkan ÖZMEN, Kaynaklar: Nazmi Kal; Atatürk’le Yaşayanlar; TC Ziraat Bankası Kültür Yayınları No:36, İsmail Hakkı AKANSEL, Atatürk ve Yaverleri, Harp Akademileri Basımevi, İstanbul, 2006