Atatürk’ün Türk Tiyatrosuna Getirdiği
Ülkesi ile İlgili el atmadığı alan, eğitmediği sorun kalmamış olan Atatürk’ün sanata olan ilgisi, Türk sanatçılarını ulaştırmak istediği aşamalar yadsınamaz. Bu ara «Atatürk Türk Tiyatrosuna ne getirdi?» şeklinde bir soru akla gelebilir. Bu soruya verilebilecek en uygun yanıt, yüzyıllar öncesi Türk toplumunda değil, daha Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcında yaşanmış bir olayı yansıtmaktır:
Olay, Kütahya’da geçmektedir. Recaizade Ekrem’in «Çok Bilen Çok Yanılır» adlı tiyatro eseri, okul müsameresinde halka ve öğrenciye sunulmaktadır. Okulun edebiyat öğretmeni Şükrü Cemal (Gültekin) Bey de oyunda rol almıştır. Kadının, hele Müslüman bir kadının sahneye çıkmasının söz konusu almadığı o dönemde kadın rollerine de kadın kılığına girmiş erkek oyuncular çıkmaktaydı. Rol gereği Cemal Bey, oyundaki karısını, (aslında kadın kılığındaki meslektaşını) boşar. Ancak, Mecellenin uygulandığı medeni kanundan çok uzak 1920 yılında, boşanmalar, talak-ı selase, yani erkeğin karısına üç kez «Boş ol» demesi İle gerçekleşmekteydi.
Gelelim oyunun sonrasına: Öğretmen Cemal Bey, evine döner. Fakat o ne? Kapısında büyük bir kalabalık. Mahalle halkı birikmiş, Cemal Bey’i evine sokmamakta kararlıdır. Dışarıda hacı – hoca takımı, içeride kayın-valide, boş düşmüş kızını ve bir yaşındaki oğlunu «Namahrem» bir ilişkiden korumaya çalışmaktadırlar.
Cemal Bey, toplumsal baskıyla 1.5 yıl evine sokulmamış, karısı ve çocuğuyla ancak aracılar kanalıyla ilişki kurabilmiştir. Kütahya’yı 1921 yılında Yunanlılar işgal edince, Cemal Bey için karısını ve çocuğunu yanına alarak Kütahya’dan kaçma olanağı doğmuş, baskı ile 1.5 yıl ayrı kaldığı ailesine kavuşabilmesine, düşman işgali vesile olmuş. Bu tarihten sonra çeşitli eğitim kademelerinde 37 yıl devlete hizmet veren Cemal Bey’in her çocuğunun doğuşuyla, nikah sorunu yeniden ön plana gelmiş, izleri silinemeyen «Tiyatro olayı» nedeniyle, kendisi 3 kez nikah yenilemek zorunda kalmıştır (1).
İşte Atatürk’ün Türk toplumuna, Türk tiyatrosuna getirdiği… Toplum, bir sahne gösterisinden dolayı oyuncuyu yargılayıp cezalandıracak durumda iken, bugün kısa zaman İçinde ulusal kıvancımız olan kadın, erkek pek çok sanatçı yetiştirmiş ve yetiştirmekteyiz.
Atatürk sanat sevgisini, Türk milletinin tarihsel niteliği olarak gösterirken, inceleme ve çalışmalarıyla bu sevgiyi besleyip geliştirmeyi ulusal ülkü saymaktaydı. Görüşlerinde egemen olan, sanatın yalnız bir eğlence kabul edilmeyip toplumsal bir olay, bir kültür geliştirme aracı olmasıydı.
Nitekim bu düşünceler, kendisin de daha çok genç yaşta başlamıştı. 1913 yılında askeri ataşe olarak bulunduğu Sofya’da o tarihte, orada büyükelçi olan dostu Fethi (Okyar) Bey’le gittiği opera, kendisini büyük ölçüde etkilemişti. Gösteriyi izleyen kalabalık topluluk arasında Bulgar Kralı Ferdinand da bulunmaktaydı. Kralın gösteri sonrası kendisine fikir sorması üzerine ilk gördüğü opera olması nedeniyle yalnız «Pek mükemmeldi» demekle yetinmişti. O anki ezik duyguIarını, gece üzüntüden uykusu kaçtığında arkadaşı Şakir (Zümre) Bey’e şöyle açıkladı:
«Şimdi Balkan Savaşı’nda niye yenildiğimizi anlıyorum. Biz bu adamları çoban sanırdık. Halbuki operaları bile var. Artist, müzisyen, dekoratör ve teknik elemanlarını bile yetiştirmişler. Bizimse opera binamız bile yok. Acaba bizim ülkemizin de bu seviyeye çıkacağı gün gelecek mi?»
Şakir Bey, gelse bile bunun kimin tarafından gerçekleştirilebileceğini sorması üzerine de O, güvenle «Ben» yanıtını vermişti.
İşte bu güvenceyle sanata eğilmekte gecikmedi. Devlet Tiyatrosunu, Operasını kurdu. Sanata ve sanatçıya duyduğu ve getirdiği değerle Türk milletini bir tiyatro oyununu yukarıda sözünü ettiğimiz biçimde yorumlayan toplum olmaktan kurtararak bugün sanatı, tiyatroyu okuyacak, anlayacak, eleştirecek düzeye getirdi.
(1) Olay, Cemal Bey’in oğlu Ankara Numune Hastanesi 2. Ortopedi Kliniği Şefi olan Sayın Dr. Surgur Gültekin’den dinlenmiştir.
Doç. Dr. Seçil AKGÜN