Atatürk’ün Samsun Ziyaretinden Bir Anı

Büyük bir çocuk kalabalığı içinde güçlükle yürüyen Atatürk’ün cebine bütün kuvvetle asılmış bu unan Halim isimli bir yaruyu çekti, kollarından tuttu: “Sen pek halime benzemiyorsun?“ dedi.

Serbest Fırka adını taşıyan bir siyasî parti kurmuştu. Bunun başına da Fethi Okyar’ı getirmişti. Siyasî partiler benim bil­diğim, biri tarafından kurulmaz, ce­miyet yaşayışının zaruriliklerinden doğar, onlardan aldıkları gıdalarla beslenir, büyür ve sonunda seslerini işittirecek hale gelirlerdi. Fakat bu benim bildiğim işte eski, klâsik usuldü. Halbuki o, yalnız burada değil her alanda bütün cihana yep­yeni bir şey… Nasıl bir şey, bir çok şey… Bütün bu yenilikleri kucak kucak getirmiş, getiriyordu.

1930 yılında idik, İş Bankası şu­besinin İkinci müdürü olarak Sam­sun’da bulunuyordum. Serbest Fırka orada büyük bir varlık gösteriyor­du. Başlarında Şefik Avni adında emekli bir kurmay subayı vardı. Partinin yerleştiği bina oturduğum eve yakındı ve oradan çok iyi görü­nürdü. Öte taraftan da Halk Partisi binasını görürdüm. Samsun’un bele­diye seçimi yapılacaktı. Serbest fır­kanın binası her gece ışıklar içinde idi. Halk Partisi binasının kudretini müdrik bir arslan vakariyle karan­lıklarda uyumasına mukabil. Ser­best fırka binasındaki her günkü kaynaşma dikkati çekecek dereceyi çoktan aşmıştı. Kimler girip çıkmıyor­du. Ayrı, ayrı içtimaî sınıflardan demeyeceğlm ama yaşama standartları birbirinden çok farklı olan bir sürü kimseler orada toplanıyorlardı. Ne yapıp ettiklerini bilmiyorum, fakat seçimde kazandılar. Bunda belli başlı âmilin şoförler olduğunu söylü­yorlardı. Güya şoförler otomobile binmeye hevesli halk kitlelerini, hu­susiyle kadınları, kenar mahalleler­den seçim sandığının bulunduğu be­lediye binasına kadar bedava taşı­mışlar. Tabiî bunların oylarını Serbest fırka lehine kullanmaları şartı ile.

Halk Partisine karşı bir başka si­yasî parti kurmak teşebbüsü yurdun hiç bir tarafında iyi bir netice ver­memiş olacak ki, bu ters yaradılı­şın doğmasıyla ölmesi bir oldu. Fakat dediğim gibi 1930 yılında yapılan Samsun belediye seçiminde işte bu ters yaradılış kazanmıştı. Bundan birkaç ay sonra ATATÜRK Samsun’a geldi. Vali general Kâzım Dirik, yeni belediye başkanı da İh­san Kefeli idi.

Biz, ne suç işledik?

O zamanlar (Halkev­leri) daha (Türk Ocakları) adını taşıyorlardı. Ben Samsun Türk Oca­ğı’nın umumî kâtibi idim. Ve o sıra­ da başkan orada olmadığı için ona da vekillik yapıyordum. Atatürk geldi. Orada kendisine ait bir bina vardı ki, altı kütüphane idi. Üstünün bir kısmında da Halk Partisi bulunuyordu. Doğruca o bi­nada kendine tahsis edilmiş olan daireye gitti ve günlerce oradan çıkmadı. Ne valiliği ziyaret etti, ne belediyeyi. Ne de kendisi bu devlet ve şehir mümessillerinin ziyaretini kabul etti. Anlaşılan devlet otorite­lerine ve şehir halkına küskündü. Yahut da böyle görünmeyi münasip görüyordu. Bu hali tabiî kimsenin gözünden kaçmıyordu. Hususiyle gençlerin.

Bir akşam gençler Türk Ocağı’nda etrafımı sardılar ve bana aşağı yu­karı şunları söylediler:

Devlet oto­ritesi gevşek davranmış, Samsun şehrinin seçim hakkı olan halkı yan­lış hareket etmiş olabilir ve Ata­türk bunlarla temas etmeyerek on­lara yapmış oldukları bu yanlışlığı hatırlatmak isteyebilir. Fakat biz gençler?.. Onun çocukları.. Biz, ne suç işledik? Bize neden küskün?..

Gençlerin bu düşünceleri yerinde idi. Onlara hiç bir söz vermedim, fakat bunu hemen o akşam Samsun’a Atatürk’le beraber gelmiş olan Fa­lih Rıfkı Atay’a olduğu gibi anlat­tım. Kendilerine söylerim dedi. İki gün sonra Falih Rıfkı Atay’dan öğleye doğru bir teskere aldım. Cumhurbaşkanı Hazretlerinin o gün öğleden sonra Türk Ocağı’nı şeref­lendireceğini haber veriyordu. Hemen harekete geçtim. Ankara’dan bir öğretmen getirtmiş ve bir orkestra kurmuştuk. Onları öğleden sonrası için peyledim. Bütün ocaklı­lara haber verdim. Bu arada Emni­yet Müdürlüğüne de bunu bildirdim. Kendim de Ocağa giderek lüzumlu gördüğüm malûmatı, rakamları alıp not ettim. Çünkü biliyordum ki, O böyle şeylere ehemmiyet verirdi ve yol gösterici tavsiyelerine hep bun­ları temel yapardı.

Bütün hazırlıklar tamam, Atatürk geliyordu…

İdare kurulu üyeleri gelmişlerdi. Bunlardan baş­ka büyük bir genç kalabalığı vardı. Ocak üyesi olmalarına rağmen Sam­sun’un zengin ve tanınmış şahsiyet­lerinden orada hemen hiç kimse yoktu.

Bütün hazırlıklar tamamdı. Po­lis de gereken emniyet tedbirlerini almıştı. O’nu bekliyorduk. Saat tam üçte geldi. Bina büyük­çe bir bahçe içinde idi. Bütün Ocak­lılar onu karşılamak için sokağa çıkmışlardı. Sokağın karşı tarafında da bunu haber alabilmiş olanlardan büyük bir kalabalık vardı.

İlk oto­mobilden kendisi indi. Benim elimi sıktı. Hemen bahçe kapısından içeri girdi. O önde, ben sağında ve yarım adım kadar gerisinde çakıl döşeli bahçe yolunda binaya doğru ilerli­yorduk. Arkadan bir hayli kalabalık olan maiyeti, onların arkasından da Ocaklı gençler geliyorlardı. Şapkasını elinde tutuyordu. Binaya girdik. Geniş sofanın sonunda iki yandan yukarı çıkan merdivenden sağ taraftakinin önüne gelmiştik. Yan taraf­ta vestiyer vardı. Şapkasını almak istiyor, fakat bir türlü cesaret ede­miyordum. Çok sert olduğunu ve in­sanı çok fena hırpaladığını söylerlerdi. O sırada orada duran bir genç Ocaklı imdadıma yetişti. Durumu benim şaşkınlığımdan anlamış olacaktı. Kendisine doğru ilerledi. Eli­ni şapkasına uzattı. Atatürk şapka­sını gence vermedi. Şapkayı tuttuğu elini aşağıya indirdi ve durdu. O’nun durması ile tabii arkadan gelen kalabalıkta durmuştu. Bir şeyi ve­ya birini bekliyordu, ama neyi veya kimi?.

‘Atatürk sade kahveden başka bir şey içmez.’

Ne yapacağımı bilemiyordum. Birden arkamızdaki kalabalık ikiye ayrıldı. İki kolunu yan taraftarına açarak kendine yol aça aça bize doğ­ru birisi geliyordu: Şoförü idi. Adam iki adım kadar bize yaklaşınca Ata­türk şapkasını ona doğru fırlattı. O da şapkayı yere değmeden kaptı. Yukarı çıktık. Kendisine köşede bir yer hazırlamıştık. Oraya oturdu. Yanına çağırdığı veya yanına giden kimselerle bir şeyler konuşuyordu. Kendisinden başka herkes ayakta idi. Garsonlar çay ve pasta dağıtı­yorlardı. Atatürk’e ne ikram etmek gerektiğini baş yaver Rusuhi’den sordum.

– Sade kahveden başka bir şey içmez. Bununla beraber bir kere kendisinden sorun! dedi.

Sordum. Gerçekten sade kahve is­tedi. Kahvesini içtikten sonra kalktı. Binayı gezdi. Bu arada bana dur­madan bir şeyler soruyor ve aldığı cevaplardan hükümler çıkararak şu veya bu mesele hakkında nasıl ha­reket etmemiz gerektiğini söylüyor­du. Bir ara sözü (Serbest Fırka) ya getirdi. Onun hakkında da öz olarak şunları söyledi:

Ulusu bir ikinci partiyi hazmedebilir sanmakla yanılmı­şım. Siz okur yazarlara düşen büyük bir vazife vardır. Hepiniz teker te­ker kendinizi ondört milyonun (1) öğretmeni sayacaksınız ve onlara Cumhuriyetin ne olduğunu öğrete­ceksiniz.

Atatürk’e sevgi seli.

Ocaklı gençlerle konuştu. Onlara bazı sorular sordu. Orkestramızın çaldığı parçaları dinledi. Nihayet gitmek zamanı gel­mişti. Aşağıya indik. Geldiği zaman­ki sıra kendiliğinden tekrar kurulmuştu. Yalnız bu sefer emniyet mü­dürü biraz yanda en önde yürüyor­du. Binanın bahçeye açılan kapısı önüne geldiğimiz zaman hepimiz şa­şakaldık. Emniyet müdürü benim yüzüme bakıyor, ben başkalarından medet umuyorum. Bina ile sokak arasında yirmi beş otuz metre uzunluğunda geniş bir bahçe vardı ve bu bahçe iğne atılsa yere düşmeyecek şekilde yedi ile on iki yaş ara­sındaki çocuklarla dolmuştu. Bunun ne olduğunu sonradan anladık. Ocak binasının bulunduğu semtte birkaç tane ilkokul vardı. Atatürk’ün Ocağa geldiğini duyan bu afacanlar hiç bir şey dinlemeyerek okullardan bo­şanmışlar ve bahçeye dolmuşlardı.

Bu seli ne öğretmenleri ne de orada bulunan zabıta kuvvetleri önleyebil­mişti. Atatürk binanın kapısında gözü­künce bu sıkı kütlenin içinde bir kaynaşma başladı. Fakat en hafif gürültü dahi yoktu. Hepsi ona ba­kıyor ve susuyordu. O kadar sessiz­ idiler ki, nefeslerini tuttukları sanılabilirdi.

Hepsi de ona biraz daha yaklaşmaya, onu biraz daha yakın­dan görmeye uğraşıyorlardı. Fakat iş bununla da bitmeyecekmiş. Yanı­na yaklaşabilenler rastgele bir ta­rafına yapışıyorlardı. Parmaklarının her birine bir yavru asılmıştı. Yürü­mesine engel oluyorlardı. Kendisine çocukların arasında yol açmak he­men hemen imkânsızdı. Zorlukla ilerleyebiliyordu. Bizler isteğimizin dı­şında meydana gelen bu durumdan fena halde sıkılıyorduk. Onun önün­de çocuklara karşı şiddet göstermek kabil değildi. Hepimiz biliyorduk ki, onun gözünde dünyanın en kıymetli şeyi Türk yavrusu idi. Çaresiz küçük küçük adımlarla ve çok güçlükle ilerliyorduk. Bir ara bir tanesi Atatürk’ün ceketinin cebine elini soktu ve öyle asıldı ki, az kaldı cep yırtılacaktı. Atatürk bir elini ötekilerden kurtararak bu minicik eli cılız bileğinden yakaladı ve bu elin sahibini önüne doğru çekti.

– Adın ne senin bakayım?

Çocuk başını yukarı kaldırmış, ağzı açık, hayran hayran yüzüne ba­kıyordu.

– Halim, diye cevap verdi.

– Sen pek halime (2) benzemi­yorsun ama.

Yirmi beş otuz metrelik bir mesa­feyi belki yirmi dakikada alabildik. O zaman yavrucuklar Atatürk’ün bu sözünden bir şey anlamamışlardı. Fakat biz yaşlılar sonradan bu ince nükteyi hatırlayarak bir hayli gül­müştük.


(1) 1937 nüfus sayımında Türkiye’nin nüfusu 13,648,370 idi.

(2) Halim Arapça uslu demektir.

Not:10 Kasım 1946 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nden alınan bu anı, maalesef anlatanın adı verilmeden yayımlanmıştır.