Atatürk’ün Pek Bilinmeyen İki Anısı: Atatürk, Çağdaş Bir Liderdi
Bir gece Pembe Köşk’ün kapısı çaldı. Çankaya’dan gelen görevli İnönü’ye şu mesajı iletti:
“Atatürk, bu gece film izleyecekler. Paşa hazretleri de Çankaya’yı teşrif buyururlarsa çok sevinecekler…
BİRAZDAN, 50 yıllık bir geziye çıkacağız. Kılavuzumuz “sinema” olacak. Bu yolculuk bizi önce Çankaya’ya götürecek, oradan Amerika’ya uzanıp Beyaz Saray’a gireceğiz ve ne görsek iyi: Cumhurbaşkanı olduktan sonra Türkiye’den hiç çıkmayan Atatürk orada, Beyaz Saray’da. Ve sinemayla ilgili (biri pek az bilinen, öteki neredeyse hiç bilinmeyen) bu iki anı, yıllardır tartışılan “Atatürk-İsmet Paşa” dargınlığına da bir ışık tutacak.
Kısa bir süre önce yitirdiğimiz Baha Gelenbevi (d: 1907) gün görmüş, umur görmüş bir adamdı. Kendine has bir cümle yapısıyla konuşur, araya mutlaka espriler katardı. Sinemaya Fransa’da başlayan, dönemin en büyük yönetmenlerinden Abel Gance’a asistanlık yapan, Fransa’ya “ziraat eğitimi” görmesi için gönderilip oradan “film yönetmeni” olarak dönen Gelenbevi, 27 Ekim 1981’de, bir sempozyumda (kendi ifadesiyle 90-100 kişilik bir topluluğa) ilginç bir anıyı aktarmıştı. Sonra bu sempozyumda sunduğu bildiriden bir kopyayı bize verdi. Şimdi anlatacağımız anıyı, oradan aldık.
Charlie Chaplin, malum, sinemanın gelmiş geçmiş en büyük sanatçılarından biridir. “Şehir Işıkları” (City Lights) ise, sinema klasikleri arasında sayılan, en başarılı filmlerden biri. 1937 yılında Atatürk bu filmi görmek istemiş. Hemen hezırlıklar yapılmış ve bir gece Atatürk Türk Ocağı’na gitmiş. Gelenbevi, bundan sonrasını şöyle anlatıyor:
“Ben olayı, o sırada yaver olan akrabam Atıf Esenbel’den duymuştum. Büyük Atatürk yola çıkmadan, İsmet Paşa’ya da haber gönderiyor. (O sırada İsmet Paşa başvekil değil, bu makamda Celal Bayar var) Eski silah arkadaşını unutmadığını belirtmek için olsa gerek, şöyle diyor:
“İyi bir film izleyeceğiz. Eğer Paşa hazretleri teşrif buyururlarsa, çok memnun olurum.“
Davet ani olduğu için İsmet Paşa itizar beyan ediyor, kendisi gelemiyor ama refikaları Mevhibe Hanımefendi, çocukları, yaver ve daha birkaç kişi Türkocağı’na gidip bu filmi izleme fırsatı buluyorlar.”
Devir, sesli sinema devri ama Chaplin sesli sinemaya karşı. O bir yana, “Şehir Işıkları” zaten sessiz film. Ama “sesli sinema” başladıktan sonra efekt ve müzik eklenip yeniden gösterime girmiş. İstense, dublaj yapılır, konuşmalar de eklenir ama Şarlo bunu istememiş. Neyse, film devam ederken Atatürk bir ara arkaya doğru dönüp konuşuyor:
“Bu derece beşeri bir mevzuu, bu nispette sebil (kolayca anlaşılır tarzda) anlatan bu büyük sanatkâr, filmlerde konuşmamakta ısrar ediyormuş. Belki de, hakkı var. Kimbilir, mükâleme (konuşma) ilave edilirse eserin sihri bozulabilir.”
Derken, “filmin birinci yarısı” bitiyor, makinist, alışkanlıkla filmi kesmeye, yani “10 dakika ara” vermeye kalkışıyor ve işte o sırada Atatürk’ün sesi duyuluyor:
“Kesmeyin, devam edin. Filmi bozacaksınız.”
Ve film bitip salondan çıkarlarken duygulu bir tavırla şunları söylüyor:
“Bunlar, dünyanın büyük adamları. Beşeriyetin terakkisine medhaldar (insanlığın ilerlemesine yardımcı) oluyorlar.”
Şimdi, konuyla yakından ilgili olmayanlar, haklı olarak şöyle düşünebilirler:
“Atatürk, bir sinema klasiğini seyretmiş ve beğenmiş. E, ne olmuş yani?”
Bize sorarsanız sadece o kadar değil. Bu anıdan üç önemli sonuç çıkıyor. Bunların ilki yaklaşık 40 yıllık bir tartışmaya kuvvetli bir ışık tutuyor olması. Tartışma, Atatürk-İnönü dostluğu. Bu dostluğun, İnönü başbakanlıktan ayrıldıktan sonra bozulduğunu, zedelendiğini iddia edenler de var, tam tersini savunanlar da. Bu anı da açıkça gösteriyor ki, (Cumhurbaşkanı – Başbakan) ilişkisi bittikten sonra, dostluk devam ediyor.
İkinci sonuç, Atatürk’ün gerçekten olağanüstü önsezisi ile sinemanın “kûffuna erdiğini” göstermesi. Çok basit gibi görünen bir müdahaleyi (filmi yarıda kestirip devam ettirmesini) ele alalım. Aslında, bu sinema yazarlarının elli yıldan beri uğraştıkları bir konudur.
Üçüncü sonuç ise şudur:
Sesli sinema ortaya çıkınca birçok sanatçı, bu yeniliği benimsememişlerdir. Bir bölümü uzun süre, yeni film yapmamış, bir bölümü ise daha o gün, “Bu iş bitti, mesleği bıraktım” demeye başlamıştır. Gösterdikleri gerekçe, Atatürk’ün tahminini yüzde yüz doğrulamaktadır, sesin sinemaya girişiyle filmlerin “sihrinin” bozulduğuna inanmaktadırlar.”
Bu gerçekten ilginç anıyı naklettikten sonra şimdi yine 1937 yılının Nisan ayını yaşamaya başlayabiliriz. Gregoriyen takvimler 1937 yılı, Nisan ayının dördüncü gününü gösteriyor. Artık Çankaya’da değiliz, yolumuz Washington’a düştü. Ünlü Beyaz Saray’da “sinema salonu” hazırlanıyor. Her şey hazır, Roosevelt gelip koltuğa oturuyor, ışıklar kararıyor ve.
Evet, ışıklar kararıyor ve Beyaz Saray’ın ‘beyazperdesinde’ Atatürk beliriyor, Çankaya Köşkü’nün bahçesinde dolaşıyor. Sonra bir başka sahne: Atatürk, yanında Ülkü. Atatürk karatahtaya geliyor. Ülkü’ye yazı yazmasını öğretiyor. Yine ikisi, bu kez Florya’da kumsalda yürüyorlar. Ülkü yaramazlıklar yapıyor, Atatürk gülüyor. Sonra başka bir sahne: Yeni Türk Cumhuriyeti’nden görüntüler: Parklar, fabrikalar, yenilikler. Bu olaydan iki gün sonra (6 Nisan 1937’de) Roosevelt, Atatürk’e bir mektup yazıyor:
“Ekselans Kemal Atatürk
T.C. Başkanı
Ankara
Azizim Bay Cumhurbaşkanı,
Son günlerde, Türkiye’de Mr. Julian Brian tarafından alınmış olan filmi, bir kaç gün önce Beyaz Saray’da izledim. Nispeten, pek kısa zamanda meydana getirdiğiniz pek çok şayan-ı hayret şeyi görünce hissettiğim şevk ve heyecanı size arzetmek istedim. Kıymetli şahsiyetinizin, evinizde ve plajınızda küçük kızınızla oynarken yapılan çekimleri seyretmekle, bilhassa bahtiyar oldum.”
Böylece devam eden mektup Roosevelt’in, Atatürk’e bir gün “karşı karşıya görüşme” isteğini belirtmesi ve iyi dilekleriyle bitiyor. Kısa bir süre sonra Atatürk, bu mektubu yanıtlıyor:
“Ekselans Franklin D. Roosevelt,
ABD Başkanı
Washington
Son günlerde, Mr. Julien Brian tarafından alınmış olan filmi seyretmekten duyduğunuz memnuniyeti bildiren 6 Nisan 1937 tarihli lütufkâr mektubunuzu, hakiki bir sevinçle aldım.”
Mektup, Roosevelt’in “görüşme” isteğine katıldığını belirtmesi, “Sizi, Türkiye’de selamlayabileceğim günü bekliyorum” demesi ve iyi dilekleriyle bitiyordu.
Atatürk, yaşadığı sürece en etkili önderlerden biri oldu. Bunu sadece, yeni bir dünya savaşına hazırlanan dünyanın özel koşulları veya siyasal coğrafya, “jeopolitik konum” vesaire ile izah edemeyiz.
Bu sonuçta Atatürk’ün “şahsiyetinin” de büyük bir rolü vardır. Roosevelt’in özel bir kameraman gönderip Atatürk’ün filmini çektirmesi ise, sadece siyasal bir jest veya bir yakınlaşma çabasından ibaret görülemez. Çünkü Roosevelt, savaş meydanlarından zaferlerle gelen ve büyük devrimler yapan bir özel kişiliği çok takdir ediyordu. Çeşitli zamanlarda, çeşitli kimselere bunu açıklamıştı.
Atatürk’ün ölümünden sonra söylediği şu sözde (yukarıdaki mektupla birleştirildiğinde) bir protokol mesajı olmayı aşıp bir gerçeğin ifadesi oluyor:
“Benim üzüntüm, iki türlüdür. Birincisi, böyle bir önderin kaybından bütün dünya gibi üzgünüm. İkinci üzüntüm ise, bu büyük adamla tanışmak hususundaki şiddetli arzumun yerine gelmesine artık imkân kalmamış olmasıdır.”
Biz yine mektuplara dönelim. Anlaşılıyor ki, Julien Brian’ın götürdüğü filmler, sadece kendi çektiklerinden ibaret değildir. Brian Türkiye’de bazı çekimler yapmış, mevsim koşulları yüzünden çekilmesine olanak bulunmayan bazı bölümler ise, burada kendisine verilmiş ve böylece ortaya bir kurgu film çıkmıştır. Ortaya çıkan bir başka sonuç da Atatürk’ün her gerektiği zaman, “sinema kamerası” karşısına geçmekte tereddüt etmemiş olduğunu bir kez daha göstermesidir. “Bir kez daha” diyoruz, çünkü Atatürk’ün o yıllarda bile sinemanın müthiş gücünün farkında olduğunu, Kurtuluş Savaşı belgeseli “İstiklal/İzmir Yollarında” filmi için teklif aldığında:
“Bu milli bir vazifedir. Gelecek nesillere bırakılacak bir vesikadır. Gerektiği zaman, o zamanki kıyafetimi giyip kamera karşısına geçmekte tereddüt etmem” dememiş miydi?
Ve yine o değil miydi, “Sinemaya lazım gelen ehemmiyeti vermeliyiz” diyen…
ERMAN ŞENER, 8 Kasım 1987, Milliyet Aktüalite