Atatürk’ün Paraya Düşkünlüğü Yoktu, Yemeye, Mala, Mülke Düşkün Değildi
Atatürk’ün tüm hesap işleriyle önce özel kalemi, ardından genel sekreteri olan Hasan Rıza Soyak ilgileniyor. Kalem’de evrak katibi Ali Rıza Erdim’in Gazeteci Seyfettin Turhan’a söylediğine göre Atatürk paraya, mala, mülke düşkün değil. Özel işleri için devlet kasasına dokunmuyor. İçkisini bile cebinden alıyor. Hatta öyle bonkör ki Fevzi Çakmak ve Refik Saydam’a ev yaptırıyor. İnönü’ye de yardım ediyor. Öldüğü gün, Hasan Rıza Soyak cebinden 19 bin lira çıkarıyor ve kalem memuru Lütfü Bey’e veriyor: “Şu andan itibaren bizi devlet besler, Atatürk’ün parasını sarfedemem. Bunu banka hesabına yatır.”
37 yıldır arşivde kalan röportajda Atatürk’ün kalem memuru Ali Rıza Erdim’in anlattıklarına göre Atatürk eğer ölmeseydi Savarona’yla önce İngiltere sonra da ABD’ye gidecekti. İşte Erdim’in gizli kalmış röportajının üçüncü ve son bölümü:
10 Kasım’a dönebilir miyiz?
– Atatürk’ün ölümü sırasında Hasan Rıza (Soyak) umumi katipti (genel sekreter). Hasan Rıza Bey her şeyine vakıf. Atatürk’ün itimadına mazhar olmuş biri. Birgün kızlar (Atatürk’ün manevi kızları) istedikleri şeylerin listesini çıkarmışlar, altını da Atatürk’e imzalatmışlar. Atatürk bunun mübayaası (satın alınması) lazım demiş.
Bu işler Köşk’te böyle mi olurdu?
– Hayır, Hasan Rıza Bey müşkülpesent çünkü; Atatürk’ten imza alalım da öyle mübaayasını yaptıralım diyorlar. Listeyi kızlar Hasan Rıza Bey’e getirmişler. Hasan Rıza Bey, “Ben sizin dolabınızdakilerle şehri donatırım, daha ne istiyorsunuz, almayacağım” demiş. Kızlar kızmışlar, tekrar Atatürk’e götürmüşler. Atatürk de “O daha iyi bilir” demiş. İtimada şayan bir insandı. Atatürk’ün parasını o çekerdi.
Nereden alırdı parayı?
– Geliri vardı. Maaşı. Samsun’dan geliyoruz, 1928 senesinde. Gelen giden oluyor. Masraf oluyor. Para yok, masraf çok. Hasan Rıza Atatürk’e “Paşam, paramız kalmadı, biraz para (100 bin-250 bin lira) alalım” deyince Atatürk, “İstemem, benim çiftliğimden gelirim var” demiş. Atatürk devletin parasına, Cumhurbaşkanlığı’nın tahsisatına dokunmazdı. Ziyafetlerde bile içkisini kendi bütçesinden alırdı. Hasan Rıza Atatürk’ün parasına ondan daha kıskançtı. Atatürk daha sahavetti (eli açık). Yunus Nadi’ye gazeteyi çıkarması için 80 bin lira veriyor. Latife Hanım, “Ona, buna para dağıtıyorsun, çocuklara da ver” deyince, “Sırası gelince, onlara da veririz” diyor. Atatürk’ün paraya düşkünlüğü yoktu, yemeye, mala, mülke düşkün değildi.
Rıza Soyak Bey ölümü nasıl karşıladı, neredeydi?
– Hiçbirimiz bir yere çıkmadık. Hastalığı süresince Saray’daydık. Ağlamaktan gözlerimiz bir şey görmüyordu. Hasan Rıza Bey, bizim odaya geldi. Cebinden para çıkardı, 19 bin lira. Lütfü Bey’e (Altınok) verdi. “Şu andan itibaren bizi devlet besler, Ben Atatürk’ün parasını sarfedemem. Bunu İş Bankası’ndaki hesabına yatır” dedi.
Bunun için zabıt tutuldu mu?
– Hayır. Kendi aramızda ben, Lütfü Bey, Hasan Rıza Bey (Soyak). Şunu kapatın konuşayım. Bundan dolayı Lütfü Bey de ben de…
REFİK SAYDAM VE FEVZİ ÇAKMAK’A EV YAPTIRMIŞTIR
Kemal Tahir, romanlarında Atatürk’ü nekes olarak niteliyor. Cüzdan taşımadığını söylüyor. Ama bonkörlükleri de var, fakat bu ödemeleri Yunus Nadi ve diğer kişilere yaptırdığı söyleniyor.
– Refik Saydam’a, Fevzi Çakmak’a ev yaptırmıştır. Kendi parasından. Çankaya’da aynı tipte yanyana. (O zaman 50 şer bin liraya yapıldı)
İnönü’ye de yaptırmış!
– Hayır. İnönü’nün duvarı için Nutuk’u sattıktan sonra (İngilizlere, Ruslara, Fransızlara sattı) 40 bin lira verdi. Ayrıca bir salon ilave parası ve Heybeliada’daki evinin döşenmesine yardım etti. Ama Adadaki evini Atatürk yaptırmadı.
Fazla cömert davranmazdı diye bir kanaat vardı.
– Atatürk’ün hesap işleriyle ilgisi yoktu.
SÖYLEŞİDEN KISA KISA…
– Emir altında yaşamaya alışmamış olan Atatürk Latife Hanımla birlik kuramadı. Atatürk’ün hayatı serbest geçti. Latife Hanım mütehakkim mizaçlı bir kadındı. Atatürk ise kumandan olarak hep emir vermiş bir kişiydi. Emir alacak bir insan değildi ve bu yüzden ayrıldılar. Önce İzmir’e gönderdi. Sonra heyeti vekile toplantısında boşanma kararı alındı ve gazetelerle duyuruldu. O zamanlar dini nikah olduğu için ayrılınca bunun borcu olarak 15 bin lira gönderdiğini duyduk. Zannederim onu da geri göndermiş Latife Hanım.
– Atatürk, musikiyi çok severdi. İstanbul’da bulunduğu zamanlar sık sık saz getirtir, sevdiği şarkıları isterdi. Bazen kendisi de, saz eşliğinde söylerdi. İçkilerden özellikle rakıyı çok severdi. Diğerlerini gerekirse içerdi. Önce Dimitrikopulo rakısını çok severdi. İlk günlerde her taraftan Dimitrikopulo rakısı toplattırılır, Ankara’ya getirtilirdi. İyi rakı yapan bir usta vardı, onu İnhisarlar (Tekel idaresi) müdürü yaptı. Bilecik rakısı çıkartıldı.
SAVARONA’YLA ABD’YE GİDECEKTİ
– Savarona yatı onun için alınmıştı. Yat, hiç ikmal yapmadan iki ay dolaşıyordu. İngiltere’ye Kral Edward’a iadeyi ziyarete gidecekti. Amerika’ya gidecekti, Roosevelt’in “Mon Frere” diye bir mektubu varmış Atatürk’e. “Ya ben, ya siz inşallah görüşmek isterim” diye. Paşa gezecekti, kafasında daha çok şeyler vardı, ama yapamadı.
– Atatürk’ün Mehmet isminde bir berberi vardı. Selanikli. Köşk’ün adamıydı. Çocuk kabakulak oldu, hastalığı sariymiş (bulaşıcı). O yüzden İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ’a mektup gönderdik berber istedik. Gelen, okur yazar bile değil. Atatürk’ün yanına gelmiş başlamış elleri titremeye. Korkmuş, “Çocuk bırak” demiş, Atatürk. Çocukların biri hasta, birinin eli titriyor. Ankara’dan, Mehmet iyileşinceye kadar geçici berber getirttik.
– Umumi katiplik binası eskiden Kılıç Ali Bey’in eviydi. Ali Bey hükümete sattı. İngiliz sefarethanesi olan ev de Salih Bozok’un idi. O da İngilizlere satmış. Atatürk çok üzülmüş. “Ben hep oradan geçiyorum. Gece geç döndüğüm, sabah erken gittiğimi görecekler. Her şeyden bilgileri olacak. O yüzden memnun kalmadım” demiş. Bunun üzerine Kavaklıdere’ye doğru bir yol açıldı. (Bugünkü Atatürk Bulvarı).
ATATÜRK BEKTAŞİ MİYDİ
Söyleşide Atatürk’ün sofrasına ilişkin iki ayrı bölüm var. Söyleşinin bir bölümünde Atatürk’ün sofrasının akademik olduğuna dikkat çeken Ali Rıza Erdim, sofra misafirlerinin konuşulacak mevzuya göre seçildiğini ifade ediyor: Atatürk’ün sofrasının bazen çiftlikte, bazen köşkte, bazen bir arkadaşında kurulduğuna işaret eden Erdim, “Onun için akşamları başyaver kendisine ‘Bu akşam sofrayı nerede emrediyorsunuz?’ diye sorardı” diyor. Erdim, sofrada kimlerin bulunduğunun da protokol defterine işlendiğini kaydediyor. Söyleşinin başka bir yerinde ise Latife Hanım’ın Köşk’ten ayrıldığı günlerde Atatürk’ün Nafia vekilliği yapmış Ali Bey’in Keçiören’deki evine gitmeye karar verdiği belirtilerek, “Atatürk’ün çok güzel usulü var, nereye giderse oraya rakısını, mezesini, yemeğini, garsonunu beraber gönderir” deniyor.
Babası Seyfettin Turhan’ın Atatürk’ün kalem memuru Ali Rıza Erdim ile yaptığı röportajın sofra öykülerinden yola çıkan Sosyal Anropolog Prof.Dr. Belkıs Menemencioğlu Atatürk’ün sofralarını Bektaşi sofralarına benzetiyor. Doktora teziyle birlikte Bektaşilik ve Alevilik kültürü üzerine çalışan Menemencioğlu dayanak noktasını şöyle anlatıyor:
“Atatürk’ün sofraları, önemli görevleri vereceği kişileri ağırlayıp tepkilerini ölçtüğü, işlerini yürüttüğü bir sofra. Yemeğin yanında hafif içki var. Tıka basa yemek atmosferi yok, açlıkla, tokluk arasında. Her şey deminde, ayarında. Davetliler konuya göre seçiliyor. Problem çözme sofrası, eğitim sofrası gibi. Bu sofralarda Bektaşiliğin izlerini görüyorum. Birebir aynı olmasa da sanki etkilenmiş. Bektaşilik üzerine çok uzun yıllar çalıştım. Bu çalışmalarım sırasında İstanbul Eryek Dergahı Posnişi Turgut Koca ile tanıştım. Benim de içlerinde olduğum bir toplulukta ‘Atatürk ile annem aynı gün nasip almışlar’ dedi. Bektaşilik zaten ömür boyu süren bir şey değil. Bektaşilikten nasip almış, içine girmiş, o atmosferi teneffüs etmiş, tanımış olabilir. Ama Bektaşiliğin prensiplerinde, siyaset yaparsanız Bektaşilikten uzaklaşmak gerekir. Demek ki bu atmosferi tanıdı daha sonra devam etmedi.”
– SON –