Atatürk’ün Manevi Yavrusu Ülkü İle Konuştuk

Bu görüşme, 10 Kasım 1940 tarihli Vatan Gazetesi’nde Ertuğrul Şevket imzası ile yayımlanmıştır.


Ülkü Dedi ki:

“Atatürkü Ne Zaman Görsem Yakasına Çiçek Takardım. Pazar Günü Çiçeğini Kabrine Götüreceğim.“


– Alo, Tahsin Bey yok mu efendim ?

– Yok. Kim aradı diyelim?

– Efendim, ben Vatan mu­habiri. Siz kimsiniz?

– Ben Vasfiye…

Ülkü’nün babasını evde bula­mayınca, annesi Bayan Vasfiye’den müsaade aldım. Çocukla görüşmek istiyordum. On ikiye doğru gelmemi söylediler. Çünkü, Ülkü mektepte. Ancak öğle paydosunda benimle konuşabilecek.

Otomobil, Gazi Orman çiftli­ğine doğru uzanan yolun üzerin­de âdeta kayıyor. Yanımdaki arkadaşım, on bir, on iki sene gibi kısa bir müddet zarfında ku­rulan modern Yenişehiri uzaktan gösteriyor:

– İşte, diyor. Bu olmaz işi Atatürk yaptı. Karşımızda yemyeşil sırtlar uzanıyor. Orman içinden geçiyoruz. Arkadaşım:

– İşte, diyor. Bu Orman çift­liği onun azmi sayesinde bugün bu sırtları süslemektedir. Yoksa mütehassıs raporları, burada ağaç yetişemeyeceğinde karar kıl­mışlardı. Deminden beri, arkadaşımın sözlerine kulak misafiri olan yaş­lı şoför, başını çevirdi:

– Beyim, dedi. Neyi o yapmadı ki? Düşman erkânıharpları büyük taarruz başlamazdan ev­vel, Türklerin beyhude yere can telef ettiklerini, onlar için artık hayat hakkı bulunmadığını, çok kuvvetli olduklarını söylemişler­di. Halbuki, Atatürk, bu düşma­nı eski dövüşlerden daha kısa süren bir zaman içinde İzmir’den denize döktü. Sanki, neyi o yapmadı. İngilizlerle dostluğumuz bile onun yadigârıdır.

İlk korna sesi, bahçede elleri arkasında dolaşan Ülkü’ye bize doğru koşturdu. Başında kocaman ve beyaz bir kordelâ var. Alev alev yanan zeki ve siyah gözleri -Atatürk’ün birçok defa öptüğü o mesut gözleri- gülüyor. Ellerimizi sıkıyor, bizi küçük, fakat çok zarif evlerine alıyor, şe­ker veriyor. Bir dolabı andıran küçük bir sigara kutusunu bize uzatıyor. Kutunun düğmesine ba­sınca, döne döne kapakları açı­lıyor ve kutudan eski evlerdeki çalgılı saatlerin sesine benzeyen bir ahenk yükseliyor.

– Ülkü, diyorum. Bu ne ka­dar güzel şey. Bunu sana kim he­diye etti?

O , istiklâlini hangi şartlar için­de ve kimin sayesinde kazandı­ğını unutmayan Türk milleti gibi, minnettarlığını büyük bir dürüst­lük ve safiyetle söylüyor:

– Burada ne görüyorsanız, şu koltuk, şu masa, bu sigara ku­tusu, bu ev ve halılar bize hep Atatürk tarafından verildi.

Ülkünün annesi, Atatürk’ün ismini duyması ile beraber, yaş içinde kalan gözlerini saklamak için evvelâ başını öne eğiyor, sonra yandaki odaya kaçıyor.

Duvarlar ve masaların üstü, eski güzel ve mesut geçen günle­rin hatıraları ile dolu. Bir fotoğrafta, Atatürk’ü Ül­kü ile beraber, bahçe sularken görüyorsunuz. Diğer bir fotoğrafta, Ülkü Atatürk’ün kucağın­dadır. Henüz, daha pek küçük­tür. Mini mini ve tombul elleri ile bir bira şişesini avuçlamış. Me­sut olduğu kadar, mesut etmesi­ni de bilen Atatürk’ün dudakları, zaptedilmez bir kahkahanın tazyiki ile açıktır.

Belli ki; bu ev. iki seneden beri büyük matemin en içli tarafı­nı yaşamaktadır. Vasfiye hanım:

– Artık Ülkü’nün neşesi kal­madı, diyor. Eskiden dans eder­di. Koşar, sıçrar, zıplardı. Şimdi yalnız kitapları ile meşgul… Ülkü, söze karışıyor:

– Artık, diyor. Atatürk yok ki. Kimin için neşeli olayım, gü­leyim, oynayayım.

Çocuğun üzerine biraz daha düşsek ağlayacak. Lâfı değiştiri­yoruz: Harpten, İtalya’dan, Yunanistan’dan bahsediyoruz. (Yunanistan) kelimesini duyan Ül­kü’nün zeki gözleri parlıyor ve sözü yine Atatürk’e getiriyor:

– Atatürk Yunanlıları çok severdi, diyor. Onlar, evvelce bi­zimle muharebe etmişler amma, Atatürk derdi ki: En büyük ve sarsılmaz dostluklar, kavgayla başlayanlardır.

Ülküye soruyorum:

– Atatürk’ü en son defa ne zaman gördün?

Düşünmeden cevap veriyor:

– Sarayda, diyor. Hastaydı, beni yanına çağırdı. Yatağının içinde doğruldu. Her zamanki gibi boynuma sarıldı, yüzümü, gözümü öptü. Bana: Ülkü, kı­zım, dedi. Sen artık Ankara’ya git. Ben de seninle gelecektim amma, bu doktorlar yok mu, işte, onlar, şimdilik bana müsaade etmiyorlar. Sen git, ben de bir kaç gün sonra arkandan gelece­ğim. Halbuki…

Ülkü, içini çekti, hafif ve tit­reyen bir sesle:

– Bir akşam, dedi. Mektep­ten geliyordum . Annem beni ya­rı yoldan karşıladı. Baktım ağlı­yor. Meğer İstanbul’dan telefon etmişler. Atatürk ölmüş.

«Sen o zaman ne yaptın?» Diye sormadım. Çünkü, küçük Ülkü, o zaman yaptığının aynını şimdi tekrarlıyordu. İçini çeke çeke ağlıyor, salonun bir köşesi­ne doğru çekiliyordu. Sustuk. Yine söze Ülkü başladı. Gözlerindeki yaşları sile sile:

– Buraya sık sık gelirdi, dedi. Evvelâ, bitişik salona geçer ve şu sedirde otururdu. Ondan son­ra, buraya gelirdi.

Küçücük parmakları ile büyük bir koltuk gösterdi:

– Buna otururdu.

Ülkü’ye yaklaştım. Muntazam taranmış saçlarını okşadım ve içim parçalana parçalana:

– Ülkü, dedim. Ne yapalım hayat böyledir. İnsanlar, doğar, büyür ve ölür. Atatürk öldüyse, onun yetiştirdiği büyük millet yaşasın. Sen yaşa. Fakat, söyle bakalım, bak pazar günü, Atatürk’ün öleli iki sene olacak. O gün sen ne yapacaksın?

Ülkü tekrar gözlerini sildi:

– Atatürk ister buraya gelsin, ister, başka bir yerde ben onun yanında olayım. Nereden olursa olsun bulur buluşturur, yakasına çiçek takardım. Şimdi, yine öyle yapacağım:

Mezarının üzerine bir demet çiçek bırakacağım.