Atatürk’ün İşaret Ettiği Yol Türk Ruhunu Yansıtan Sanat Yoludur
Özsoy Operası bestecisi Adnan Saygun anlatıyor:
YILLAR önce ‘Sarayburnu Nutku’nu söylemiş, Cumhuriyetin Onuncu yıl dönümü gibi bir günde söylediği o ateş parçası nutkunda güzel sanatların Türkiye’nin kalkınmasındaki görevi üzerinde önemle, ısrarla durmuş olan Atatürk’ün 1934 yılında teveccühüne mazhar olmuştum.
Atatürk o yıl özellikle musiki konusu üzerinde duruyor, bu yolda yeni ve ciddi eserlerin meydana getirilmesini şiddetle arzu ediyordu. Bütün imkânsızlıklara rağmen onun ciddi bir Türk operası yazılmasını heyecanla istemiş olması bunun bir delilidir. Nitekim o zaman kendilerinin vermiş olduğu eski bir efsane üzerine yazdığım ‘Öz Soy’ adlı sahne eserim Türk operasının başlangıcı olmuş ve Atatürk, çağdaş anlamda bir Türk musiki sanatının gelişebilmesi için bir Musiki ve Temsil Akademisi kurulması gerektiğine inanarak bunu ilgililere telkin etmiş, bunun üzerine orkestralarımızın, operalarımızın, tiyatrolarımızın ve balelerimizin kaynağı olan Ankara Devlet Konservatuarı kurulmuştur. Gene o aylarda Atatürk beni bazen yalnız kabul eder, zaman zaman da musiki konusunun ele alındığı masa başı toplantılarına çağırırdı.
Bir akşam, gene beni Atatürkün istediği haberini aldım. Köşke gittiğimde, uzun yemek masasının başında Atatürk’ü gördüm. Sağ yanında General Kâzım Özalp oturuyordu. Öteki dâvetliler de masada, sağlı sollu yerlerini almışlardı. Yalnız Ata’nın sol yanındaki sandalye boş duruyordu. Beni görünce ‘Niye geç kaldın? Beklettin’ diye lâtife edasıyla karışık sitem ederek yarandaki boş ye re oturmamı emretti.
TARTIŞMA
ÖNÜNDE açılmış kitaplar, Kâzım Özalp’in önünde kâğıtlar, elinde bir kalem. Bazı sözler üzerinde tartışılıyor ve sonra Kâzım Paşa, Atatürk’ün uygun bulduğu sözleri yazıyor. Konuyu hemen kavradım: ‘Bâde-i vuslat içilsin kâse-i fağfurdan’ diye başlayan bir şarkının sözleri öz Türkçe’ye çevriliyordu. Bir süre sonra çevirme işi tamamlandı. O zaman Atatürk bana dönerek bu öz Türkçe sözleri bestelememi istedi. Kalktım, sâkin bir köşede sözleri besteledim ve piyano ile kendime eşlik ederek bestemi okudum. Büyük bir ciddiyetle beni dinleyen Atatürk’ün gözlerinde sanki bir tereddüt ve endişe vardı; fakat biraz sonra bu endişenin yerini huzurun aldığım farkettim. Bir kere daha okumamı rica etti, sonra o büyük adam orada bulunanlara şu sözleri söyledi:

«- Efendiler, «Bâde-i vuslat içilsin» sözleri Osmanlıca ve onun musikisi Osmanlı musikisidir. Bu sözler Türkçe ve bu gecenin yaptığı musiki Türk musikisidir ve bizim musikide takip edeceğimiz yol budur. Osmanlılık devrini ikmal etmiştir. Artık yeni toplum, yeni ruh!»
Büyük önderin bize işaret ettiği yol, Türk ruhunu yansıtan çağdaş bir sanat yolu idi.
KOŞULLAR
GERÇEKTE Atatürk bu sözleri ile bir keşifte veya kehanette bulunmamış, toplumumuzda özellikle 19. yüzyıl başlarından bu yana süregelen oluşum ve evrim kımıldanmalarını ve atılmalarını çok iyi değerlendirerek gidilecek yolu mantığın kurallarına göre çizmişti. Değişen toplumsal koşullar elbette ki maddî ve manevî yaşamamızın her alanında yankılarını bulacaktır. Kıyafetimizden, oturup kalkmamızdan, duyuş ve düşünüşümüze, olayları değerlendirişimize kadar.
Uzun yıllar boyunca çeşitli sendeleme, yalpalama ve sürçmelere rağmen bu ‘boğulmaktan kurtulma’, bu ‘yeniden doğma’ atılımının bizi yavaş yavaş ‘Osmanlılık’tan gittikçe bilinçli bir «Türklük» e yönelttiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Her yönü ile güzel sanatların böyle bir atılımın dışında kalması da, hiç kuşkusuz, düşünülemezdi. Bugünkü şiirimiz, dil ve özellikle kavram bakımından olduğu kadar deyim ve teknik bakımından da divan edebiyatı dediğimiz türden uzaklaşmıştır. Şunu da rahatlıkla söyleyebiliriz ki, bu evrimi kimse yadırgamamakta, hattâ pek doğal bulmaktadır. Ama musikiye gelince iş değişir; zira duyuş ve düşüncelerimizdeki değişmeler istedikleri kadar toplum diriminin en doğal sonucu olsunlar, musiki ruhun öyle derinliklerinde tahtını kurmuştur ki, değişikliklerin kolay kolay etkisi altında kalmaz, işte bu yüzdendir ki, musiki, toplumlarda anlaşmazlıklara, öteki sanat dallarına göre daha çok yol açar. Bilinç altına işlemiş alışkanlıklardan daha kolay uzaklaşabilmişler-uzaklaşamamış olanlar arasındaki sürtüşmeleri hiç yadırgamamak gerekir; bu elbette olacaktır, ama zaman herşeyi yoluna koyacaktır. Elverir ki, yeniden doğma atılımını ister sanat adamı, ister eğitim ve kültür sorumlusu olarak yönetenler, yüklendikleri ağır görevin ciddiliğini bütün anlamıyla kavramış olsunlar. Devletin ve toplumun eğitim ve kültür sorunları ile doğrudan doğruya ilgili Milli Eğitim Bakanlığı ve toplumum uzda birbiriyle çeliş ki halinde yaşayan eski ve yeni zihniyetlerin ortaya çıkardığı sorunların çözümü sorumluluğunu özellikle yüklenmiş olan veya yüklenmesi gereken Kültür Bakanlığı gibi kuruluşların bu görevlerini topluma en yararlı bir surette yerine getirebilmeleri için çok dikkatli hareket etmeleri gerekir; zira, atacakları bir yanlış adım, toplumda yankıları yıllar yılı sürecek sarsıntılara yol açar.
ALTIN ÇAĞ
BİZİM eski sanat musikimiz de, gerçekte, Akdeniz havzası ile Ortadoğu’yu içine alan ve serpintileri daha da yaygın olan bir makamî musiki sistemi üzerine kurulmuş, Osmanlı Türkiye’sinde geliştirilerek erişilmez bir doruğa ulaştırılmış büyük bir sanattır. Bu büyük sanat altın çağını on yedinci, on sekizinci yüzyıllarda yaşamış, debdebesini nihayet on dokuzuncu yüzyılın ortalarına kadar sürdürebilmiştir. Ancak, bu sanatın değişen toplum koşullarına o haliyle uyamıyacağına göre duraklaması ve nefesinin yavaş yavaş kesilmesi olağan idi. Bu olaylarla aynı zamanda, bundan en az yüz elli yıl önce yeni aramaların da, toplumdaki değişikliklere koşa giden ‘Sanat’ kımıldanışlarının da başladığı bir tarih gerçeğidir. Aranış ve kımıldanışlar, özellikle Cumhuriyetten beri daha bilinçli bir yeni ‘Türk Ses Sanatı’nın gelişmesine ve meyvalarını vermesine yol açmıştır.
İmdi, eğitim ve kültür konularıyla uğraşan resmî kuruluşlarımızın da bu konular üzerine ciddiyetle eğilmesi, toplumdaki gelişmeler ve değişmelerle izah olunabilen tarih içindeki olaylar akışından gereken dersleri alıp ileri doğru yollarını ona göre çizmeleri gerekmez mi?
Nitekim, vaktiyle böyle de olmuştu. Örneğin 1926’larda musiki öğretimi alanında ikilik kaldırılmış ve Dâr-Ül Elhan’ın yerine İstanbul Konservatuarı açılmıştır. Eski kuruluşun yerini İstanbul Konservatuarı’nın alması, eski Türk Sanat Musikimizi inkâr anlamına elbette ki gelmez; zira eski Türk sanat musikisi eserlerini derlemek, bu musiki ile ilgili kitaplar yayınlamak ve eserlerin en iyi bir üslûpla icra edilip tespitine imkân hazırlamak ereğine yönelmiş, Konservatuara bağlı bir enstitünün kurulmasına gene o tarihte karar verilmişti.
Bu karar yürüdü; çağın en değerli üstatları Bilim Heyeti’ni meydana getirdiler ve eski Türk sanat musikimize çok büyük hizmette bulundular. Eğer bu kuruluş sonradan ereğinden sapıp geriye doğru yöneltilmiş ise, vebali bu işe önayak olanlardadır. Gene eski sanatımızı en iyi şekilde değerlendirme olanağını sağlamak ereğiyledir ki, Ankara Devlet Konservatuarı’nın kompozisyon bölümünde, eski Türk sanat musikisinin tarihin, akışı içindeki yeri ve bütün özellikleri genişlemesine ve derinlemesine okutulagelmiştir. Bunun dışında, önce İstanbul Konservatuarı, sonra da Ankara Devlet Konservatuarı’nda halk türkülerimizin bilimsel yollarla derlenmesi ve değerlendirilmesi işine başlanmış, ayrıca halk musikimiz, kompozisyon alanında yetişen gençlere bilim yollarından öğretilmiştir.
Tutulan bu yol geleneği inkâr değil, belki yeni koşullar içinde geleneğimizi en iyi şekilde değerlendirmedir…