Atatürk’ün Hazin Yıllarına Ait 4 Fotoğraf
Dostlarının, arkadaşlarının sağlıklarına karşı çok meraklı idi. Hele yakın arkadaşı, Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati’nin ölümünden sonra...son zamanlara kadar aldırış etmediği bir tek kendi sağlığıydı… vaktiyle kırık kaburga kemikleri ile cepheye gitmişti. Son yıllarda da sağlığına karşı aşağı yukarı aynı ilgisizliği göstermişti.
Fotoğraflar o günlere ait hazin hatıralar…

Çocukluk arkadaşı ve yaveri Salih Bozok anlatıyor:
“Yapılan ponksiyon nispeten rahatlık vermekle beraber ahvali umumiyelerinde derhal dermansızlık husule getirdi. O büyük adam yatak içinde sanki saatten saate küçülür gibi bir hal almıştı. Günler geçtikçe adeta bir deri bir kemik kalmakta idi. Fakat o halde bile yine muntazaman tıraş oluyor, muntazaman sabah gazetelerini takip ediyor ve devlet işlerini görüyor, kararnameleri imzalıyorlardı.
Istırabına, dermansızlığına rağmen gramofon muntazaman çalmıyor, radyo dinleniyor, üzüntülerini hissettirmemek için yanma her girdiğimiz zaman eski neşesini göstermeye ve latife yapmaya çalışıyordu.
Geceleri uykusu kaçtığı zaman zile basar, hademesine; ‘Beylerden nöbette kim var’ diye sorar, hangimiz varsak yanına çağırır, uykusu gelinceye kadar şuradan buradan konuşur ve konuştururdu. Uykusu geldiğini hissettiğimiz zaman usulcacık kalkar ve nöbet odasına çekilirdik.
Yine böyle bir gün beni yanına çağırmıştı. Garip rüyadan ötürü uyandığını söyledi ve gördüğü rüyayı bana şöyle anlattı;
Büyük bir otelin salonunda Atatürk oturuyormuş. Ben de yanında imişim. Salonun köşesinde bir bilardo masası varmış. Masanın başında arkası kendisine dönük olan bir zat oturuyormuş. Tam bu sırada odanın kapısı açılmış ve iri yarı 30 kadar adam içeri girmişler.
Bunlardan biri, eline bilardo masasından bir ıstaka alarak masanın önünde oturan, Atatürk’ün teşhis edemediği zatın omzuna bütün kuvvetiyle indirmeye başlamış. Omzu vurulan zat ayağa kalkarak, kendini müdafaa etmekte ve ‘Bana niye vuruyorsun’ diye hiddetle haykırmakta iken ben bu meçhul mütecavize karşı ne yapmak lazım geleceğini Atatürk’ten göz ucu ile sormuşum. Atatürk ise ‘Sakın kıpırdama’ manasına gelen bir işaretle sükût ve sükûna davet etmiş. Bu sırada eli ıstakalı adam, bize doğru yaklaşarak karşımızda tehditkâr bir vaziyet almış. Bu sefer ben yine müdahale etmek istemişim. Ve aynı sessiz işaretle ‘Ne yapalım’ diye sormuşum. Atatürk, bana tekrar ‘sus’ işareti verdikten sonra o azılı herife dönerek
‘Sen kimsin, ne istiyorsun’ diye sormuş. Fakat adam bu suale cevap vereceği yerde, cebinden bir tabanca çıkararak iki kurşun sıkmış, biri Atatürk’e, öteki bana. Sonra bu adam bize, ‘Kalkın dans edelim’ emrini vermiş. İkimiz de kalkıp onun huzurunda dans etmişiz.
Bu karışık rüya Atatürk’ün yine buhranlı bir gece geçirdiğine delalet ediyordu. Kendisine:
‘Bu bir şey değil’ dedim, ‘Ben daha korkunç rüyalar görmüşümdür. Hele bir tanesini hiç unutmam. Müsaade ederseniz anlatayım.’
‘Anlat bakalım.’
‘Efendim, beni bir gece rüyamda korkunç bir öküz kovalamıştı. Alabildiğine kaçıyordum. Fakat öküz bana gitgide yaklaştı. Biraz sonra da bir yarın dibine yaklaştırarak boynuzları ile tartaklamaya basladı. Bir yandan haykırıyordun!, bir yandan da yatağımı kirletmiştim.
Ben daha rüyamı bitirmeden Atatürk gülmeye başladı. Bu, onun son gülüşü idi. O günden sonra tebessüm ettiğini bile görmek kısmet olmadı.”

Kılıç Ali anlatıyor:
Hastalık, artık son aşamasındaydı.
Atatürk 29 Ekim’den 7 Kasım’a kadarki 10 günü yarı uyur, yarı uyanık vaziyette geçirdi. Genellikle kendinde değildi. Uyku arasında bazı kelimeleri belli belirsiz tekrar ediyor, ayıldıkça da süt, pirinç suyu ve meyve sularından oluşan menüsüyle karnını doyurmaya çalışıyordu.
O günlerde canı enginar yemeği istedi. Fakat o zaman İstanbul’da enginar bulunmadığından Hatay’a ısmarlandı. Enginarlar geldiğinde o ölüm döşeğinde, derin bir uykudaydı.
Yemek kısmet olmadı…

Falih Rıfkı der ki;
“Mustafa Kemal’i unutamam. O, sonra daha da büyüdü. Kendi milletine tekrar o günleri göstermemek için, asıl kurtuluş savaşına zaferden sonra girdi. İnkılâp nizamının Atatürk’ü, zaferin Mustafa Kemal’ini gölgede bıraktı. Kendini gene kendi geçti.
Gençler, bizim çektiklerimizi çekmemek ve bu halka çektirmemek için, siz de Atatürk’ü unutmayınız.
Mustafa Kemal bizimdi. Atatürk sizindir. “

O ölmedi!
O’nu özlediğimiz zaman birbirimizin yüzüne bakalım, gözlerimizin ifadesi arasında O’nun ifadesini buluruz.
O’nu göresimiz geldiği zaman birbirimizi görelim, her birimizde O’ndan bir parça vardır.
O’na hasret çektiğimiz zaman, birbirimizi kucaklayalım, biz O’yuz, çünkü O bizdi.
Türk Cumhuriyeti’nin hangi sayfasını açsak O’nun izini, Türk medeniyetinin hangi safhasına baksak O’nun izini buluruz.
Görüşümüz O’nun görüşü, duygumuz O’nun duygusu, ülkümüz O’nun ülküsüdür…
O ölmedi!
(SELAMİ İZZET SEDES, AKŞAM, 18 Kasım 1938)