Atatürk’ün Gizli Gözyaşları
Atatürk’ün ölümünden 52 yıl sonra O’nu tanıyan ünlülerle konuşan Selma Selçuker’in imzasıyla, 10 Kasım 1990’da Cumhuriyet Gazetesi’de yayımlanan ‘Atatürk’ün gözyaşları’ başlıklı röportaj

Refet Angın
”O da bir hassas insandı ve elbette o da ağlardı… Profesör Pitart konferansını bitirip kürsüden inince, Atatürk yerinden heyecanla kalktı, kürsüye geldi, ünlü konuşmasını yaptı ve dedi ki:
‘Türkler, Orta Asya’dan çıkıp dünyaya yayılmış ve her yere medeniyet götürmüşlerdir. Profesör Pitart, biraz önce size, bu olayı bütün delilleriyle ortaya koymuş bulunuyor. Türkler, dünyanın medeniyet hocasıdır.’
Bu sözleri, boğazı düğümlenerek bitirdi. Evet, Atatürk ağlıyordu, gözyaşları birer inci tanesi gibi iniyordu o güzelim gözlerinden. Kürsüden, ‘Ne Mutlu Türküm Diyene’ sözleriyle inerken, heyecanı doruk noktasına çıkmıştı…”
Bu eşsiz anıların sahibesi, yetmişin üzerindeki yaşına rağmen, hâlâ tarih öğretmeni tayin edildiği günlerin gençliğini, inancını ve azmini taşıyan Sayın Refet Angın Hanımefendi idi. Masasındaki telefonun sesi hiç dinmiyor, her arayana sıcak ve dinamik sesi ile cevap yetiştiriyor, odasına sokaktan dolan araba ve klakson sesleri arasında benim sorularıma da karşılık veriyordu. Cağaloğlu’ndaki Milli Eğitim Müdürlüğü binasının üst katındaki, bakanlık danışmanlığı odasında konuşuyorduk:
– Evet, Atatürk’le beraber olmaktan, onun tarihi konuşmalarına tanık olmaktan son derece mutlu ve gururluyum. Bu gururu ömür boyu taşıdım, ruhen de genç kalışımı ve dinçliğimi Atatürk ilkelerine sahip çıkışıma borçluyum. Bu ilkelerin her yerde savunucusu olmaktan daha büyük zevk olabilir mi?
– Nasıl oldu, o büyük insanla ilk tanışmanız?
– Efendim, ben ilkokulun beşinci sınıfın daydım. Gelibolu’ya geldiler. O zaman Gelibolu’da, ilkokuldan başka hiçbir şey yok. Babam da emniyet amiri orada, ben, tüm çocuklar adına, kendilerini karşılamak ve çiçek vermekle görevlendirildim. Heyecandan, gece uyumadan sabahı ettim. Şehrin büyükleriyle birlikte kıyıda yerimi aldım. O zaman gemiler Gelibolu’ya yanaşamıyor, uzakta duruyor. Motorla iskeleye gelinebiliyor.
– Yılı hatırlıyorsunuz tabii…
– Tabii, 1927. İskeleye çıktılar, heyecanla koştum, çiçeği vermek için, fakat ayağım kaydı yere düştüm, elimin üstüne düştüm, sıyrıldı.Hemen ilgilendi, elimden tuttu kaldırdı. Yüzümden öptü. Bakın, ilgilenin diye etrafı telaşlandırdı. benim, o büyük insana kavuşmaktan dolayı acımı duyacak halim mi var… Benim bu halim, onu o kadar duygulandırdı ki çocukları çok seven o büyük insanın gözlerinin nemlendiğini, sonradan büyüklerimden işittim…
– Çocuk sevgisi, doğa sevgisi, hayvan sevgisi… Bütün bunlar, gerçek insan sevgisine çıkan yollar değil midir?
– Elbette, ve çocuğun geleceği nasıl olacaktır. Atatürk, her yerde bunun üzerinde durmuştur. O gün de bana sordu, ne olmak istersin? Muallim olmak isterim dedim… Yüzünde mutlu bir ifade belirdi. Fazla konuşmadık, ayrıldı, resmi ziyaretlerini yaptı tabii. Aradan yıllar geçti. Ben, Edirne Kız öğretmen Okulu’nun parasız yatılı imtihanlarını kazanarak gittim, öğretmen olmak için. Yine son sınıftayım, yıl 1932. Büyük Atatürk… Böyle diyoruz onu öyle anmayı sevdiğimiz için, o zaman daha Atatürk soyadını almamıştı, Gazi Mustafa Kemal olarak Edirne’ye geldi. Okulda, yine beni görevlendirdiler. Yine elimde çiçeklerim, arkadaşlarımın önünde ben çıktım.

Cevad Memduh Altar
– Hayatımda özlemim duyduğum insanların başında Atatürk gelirdi. Ben, Batı’dan döndüğüm zaman 24 yaşındaydım. O günlerde ona yanaşmak ne mümkün. Fakat bir gün müdürümüz Zeki Üngör Bey beni çağırdı. Cevad dedi bana, Çankaya’dan Atatürk sizleri görmek istiyor, deyince ben heyecanımdan bayılıyordum. O gece sabaha kadar uyuyamadım. Kerpiç bir evde, bir bekâr odasında yaşıyorum. Bir iki gün geçti, gidiyorsun dediler, üstü açık bir araba geldi. Beni aldılar. Köşke çıktık. Bir oda yaverler bilardo oynuyorlar. Buyrun oturun dediler. Yarım saat kadar geçti. Sen misin bakalım, çocuk gel dedi. Oturdu, beni de oturttu. Önüne bir kahvaltı masası getirdiler. Zeytin, peynir, reçel filan. Karnın aç mı dedi. Teşekkür ederim paşam dedim. Sordu uzun uzun Almanya’da kimlerden neler öğrendiğimi. Meğer bu öğrenmek istedikleri bir kültür reformuna başlangıç hareketiymiş.
– Peki Sayın Altar, şu anda tam sırası. Biliyorsunuz Atatürk, sanata ve sanatçılara çok değer verirdi. Hatta, her şey olursunuz, ama sanatçı olamazsınız diye bir sözü vardır. Sözün tamamında şunlar da vardı galiba, vekil, başvekil, hatta cumhur reisi olabilirsiniz de sanatçı olamazsınız gibi. Atatürk’ün hiç ağladığına veya gözünün yaşardığına şahit (tanık) oldunuz mu?
– Efendim, o kadar zarif, o kadar ince adamdı ki. O ne ağladığını göstermiştir ne de herhangi bir şeyden hoşlandığı zaman kahkaha atmıştır. Sadece tebessüm etmiştir. Gülüşü nasıl, dudaklarının kenarında kalmışsa gözyaşı da bir nemlenmeden öteye gitmiş değildir. Ondan ne kahkahalarla gülme beklenebilirdi ne de hıçkırıklarla ağlama. Ama size bana nakledenden nakledeceğim bir hikâye anlatayım. Ne tür bir hadise karşısında gözleri bulanıverdi. Yaşlan düşmedi, ama bulanıverdi. Bunu bana Mehmet Ali Bey anlattı. Dil Kurumu üyelerinden. Göz doktoru, ama dil uğruna doktorluğunu bırakmış, Giritli, ama Atatürk’ün devamlı maiyetinde. Biz bu aileyi yakından tanırız, annem, babam, çok yakını bu ailenin. Mehmet Ali Ağakaya, İstiklal Savaşı sırasında, büyük taarruzdan birkaç gün evvel Kırşehir’e gidiyor. Orada bir grup oluşturmaya çalışıyor. Gazi ile beraberce Kırşehir’i gezerken, pazar yerinden geçmeleri gerekiyor. Ortada bir sessizlik, Gazi geliyor diye. Herkes malını getirmiş satmaya çalışıyor. Kadınlar var, satıcılar. Birisinin önünde duruyor. Ninem sen nerelisin diyor, Sivaslıyım diyor faraza. Peki senin efendin nerede? Paşam o, canını vatana verdi diyor. Çanakkale’de şehit ettik. İşte o zaman gözleri buğulanıyor. Başını başka yöne çeviriyor, boğazı düğümleniyor. Orada bir başka kadın gözüne ilişiyor. İncik boncuk, yüzük satan. Oradan yüzükler alıyor. Gidiyor, o ninenin parmağına takıyor. Yine gözleri nemli, hadi çocuklar, gidelim diyor ve derin bir düşünce içinde yürüyor. Ve harbi çok iyi bilen Atatürk, bir harbin yuvaları nasıl yıktığını ve harbin zararlarını her fırsatta yakınlarına anlatıyor.
Benim de gözlerim yaşarıyor, büyük sanatçı Cevad Memduh Altar’ın da. Acımızı içimize gömüyor ve vedalaşıyoruz.

Vasfi Rıza Zobu
– ”…Hayır kahkaha ile gülmez. Öyle hüngür hüngür de ağlamazdı… Ama, gözyaşını gördüm… Bir defacık…”
Türk tiyatrosunun en büyüklerinden biri ve rahmetli Muhsin Ertuğrul’un kader arkadaşı, tiyatromuzun uzun hikâyesinde, beraber gülüp beraber ağlayanı, “Uzun Hikâyenin Sonu” kitabı ile Türk tiyatrosuna ışık tutan, birçok bilinmeyenin üstüne en doğrularla gidip aydınlatan büyük aktör, büyük usta Vasfi Rıza Zobu, sualime en neşeli kahkahalarından biriyle cevap verdi:
– Haaayırrr… Bir defa daha söyledim ben bunu bir yerde. Kahkaha ile gülmezdi. Sesli sedalı bile güldüğünü görmedim. Tebessüm ederdi. Ama ne tebessüm. Ne güzel, ne anlamlı bir tebessüm olurdu o.
– Peki, bunun tam tersini sorayım. Atatürk ağlar mıydı? Onun gözyaşını gördünüz mü?
– Haaayırrr… Ağlamazdı. Yani öyle bizim anladığımız mânada, hüngür hüngür ağlamazdı. Ama yalnız bir defasında onun gözyaşını gördüm. Göz pınarlarının hemen ucunda. Mânası büyük bir gözyaşı. Gözünün yaşardığı an mı? O da bir gün Çankaya’daki köşkünde balkonunda oturuluyordu. Gece saat üç raddelerinde balkona çıktık. Yanında oturuyordum. O balkonu bilir misiniz? Uzunca bir balkondur o. (Telefon çalıyor. Ona bir bak devam ederiz. Tamam sonra arasın konuşuruz.) Evet ne diyordum. Uzun balkonda sandalyeler var, sağlı sollu davetliler oturuyor. Gözüm takıldı benim. Taa, balkonun öbür köşesinde, parmaklığında, bir şey geçiyor böyle. Parlak bir şey, sağa gidiyor. Bir müddet sonra tekrar o parlak şey. Lamba vurmuş da parlıyor. Dalmış da ona bakıyorum. Farkına vardı, neye bakıyorsun sen öyle dedi. Anlayamadım dedim, o parlak şeye gözüm takıldı. Baktı, nöbetçi dedi, beni bekliyor. İşte bu çocuk dedi, Anadolu’nun, taa bir ucundan kalkmış buraya gelmiş, beni muhafaza için. Bak sabah oluyor, uykusuz, beni bekliyor bu Türk çocuğu dedi. Türk çocuğu, Türk askeri riayetkârdır, fedakârdır. Ve bunu söylerken dikkat ettim, gözü yaşardı. öyle yaş akması değil, bir nem, bir ıslaklık. Türk çocuğuna, Türk askerine, onun fedakârlığına hayranlık besleyen, onun zaferler kazanacağına iman etmiş, onunla yola çıkmış, onunla zafere ulaşmış bir kumandanın, dünyalar kadar kıymetli bir gözyaşı idi bu.
– Yani askerinden emin olma duygusu.
– Emin. Askere inanmış. Türke inanmış. Büyüklüğüne inanmış. Atatürk’ün gözyaşı, kalbindeki imandadır.

Sadi Yaver Ataman
– Atam’ı sanat duygulandırdı. O sanata vurgundu. Sanattan yoksun olan bir millet kolları budan mış insana benzer diyen Atatürk’ü bir sanat eseri kadar duygulandıran şey, kazandığı zaferler ve Türk milletinin istiklâline yani özgürlüğüne kavuşmasıdır. Çünkü Atatürk için savaştan sonra gelen barış da bir sanat eseri kadar değerlidir. Ve hep barıştan yanadır… Yurtta barış, cihanda barış onun en güzel sözlerinden biridir!
– Atatürk, halk müziğini de çok severmiş, Anadolu’nun, bu toprağın sesi diye çok duygulanırmış değil mi?
– Elbette… Çok sever, ilgiyle dinlerdi. Radyonun Türkiye’ye yeni girdiği günlerdeydik. İstanbul Büyük Postanesi’nin üstünde yayınlar yapıyor… Biz de Osman Pehlivanla arada sırada halk türküleri çalıp okuyoruz. Atatürk bunu dinlemiş olacak veyahut dinleyenlerden işitmiş olacak ki… Dinlemek istemiş. Ben öyle tahmin ediyorum, Ahmet Rasim bey bir şey söylemedi ama, öyle tahmin ediyorum. Ahmet Rasim bey beni Kadıköy Şark Musiki Cemiyeti’nden biliyor,bağlama çaldığımı da biliyor. Osman Pehlivanla bizi bir akşam götürdü. Salona girdiğimiz zaman büyük masanın başında Atatürk oturuyor, üstünde ceket yok, beyaz bir yelek var… Kalktı yerinden, elinde rakı kadehi yanımıza doğru geldi. Osman Pehlivana takıldı, Rumeli şivesiyle takıldı ona: ‘A be süpürttürüyorsun burayı be aga…’ Bana elini uzattı. O sıcak ve yumuşak eli büyük bir saygıyla öptüm. Bir koltuğa oturdu. Osman Pehlivanın çaldığı bir Rumeli havasından sonra, Ahmet Rasim beyin işareti ile bir zeybek havası çaldım. Atatürk, bir kere daha çalmamı istedi… Bitirdiğim zaman ayağa kalktı ve yanımıza geldi. Etrafa hitaben dedi ki ‘bu iki arkadaşımıza teşekkür ederim bize Anadolu’dan sesler getirdiler. Bu Türkün sazıdır, bu küçük sazın bağrında bir milletin kültürü dile gelir.’ Sonra, gözleri biraz buğulandı ama, sözlerine neşeyle devam etti, ‘bir milletin kültür ve sanat hareketlerini ve seviyesini, milli geleneklerine bağlı kalarak medeni dünyanın gidişine ayak uydurmaya mecbur olduğumuzu unutmamalıyız. Bu küçük sazın bağrından kopan nağmeleri, bu istikamette geliştirmeye ehemmiyet ve kıymet vermeye dikkat etmeliyiz.’
Ve Atatürk yalnız halk musikisini değil, Türk musikisini de Batı musikisini de severdi.
– Ağlar mıydı Atatürk?
– Onun ne kadar hisli bir adam olduğunu herkes bilir. En acı, en karmaşık olaylar karşısında çelik bir yüreğe sahip olan Atatürk, sanata ve sanatkâra çok ehemmiyet verirdi ve ağlatırsa onu ancak, bir sanat olayı ağlatırdı. Size buna ait bir olay anlatayım… Atatürk’ün yakınlarından Rasim Özgen adında bir zat, anlatmış… Adanalı Sıtkı bey adında bir zat, bestelediği şarkılarını plak şirketlerine vermek üzere İstanbul’a gelmiş. O sıra da Atatürk’ün yanlış anlaşılan bir sözü üzerine, Türk musikisi radyolardan kaldırılmış, adeta yasaklanmış. Plak şirketinin sahibi bunu ileri sürerek şarkıları almak istemiyor. O da üzülüyor, Atatürk’e kurşun kalemle adi bir defter kâğıdı üzerine sitem dolu bir mektup yazıyor gönderiyor. Birkaç gün sonra verdiği adrese bir polis gelip onu Dolmabahçe Sarayı’na götürüyor. Cezalandırılma korkusu içinde huzura çıkıyor. Atatürk, kendisine iltifatlar edip gönlünü alıyor. Sıtkı beyin hanımı da çok güzel sesli bir hanımmış, bir akşam Sıtkı bey ve ailesi şarkılar okuyorlar. Şarkılar arasında Yemen türküleri var… Yemen türküleri söylenirken Atatürk ağlamış. Ve sonra şöyle anlatıyor Atatürk yakınlarına, Yemen türküleri beni hüngür hüngür ağlattı. İsmet Paşa’ya dinlettim o da ağladı diyor. Türkünün sözleri şöyle:
Mızıka çalındı düğün mü sandın
Al yeşil bayrağı gelin mi sandın?
Yemen’e gideni gelir mi sandın?
Tez gel ağam tez gel, dayanamiram
Uyku gaflet çökmüş inanamiram
Ağam ölmüş, inanamiram…
İşte bu türkü, Yemen illerinde kalan erimizin, askerimizin türküsü her dinlediğinde ağlatırmış Atatürk’ü… Savaşı iyi bilen Ata, savaşı sevmezdi… Türkün zekâsını her yerde anlatırdı. Övünürdü.. Buna bir örnek vereyim. Bir çoban çocuğunun türküsünü dinledikten sonra pek keyifleniyor… Ve tekrar söylesin diye, Bis..bis diyor. Çoban anlamayınca bis bis demek tekrar et demek diye izah ediyor. Çoban tekrar okuyor. Atatürk çıkarıp bir elli lira veriyor eline… Çoban parayı alıp bakıyor, yüzü gülüyor, bu sefer de o, Atatürk’e sesleniyor… Bis bis.. diye. Atatürk dönüp etrafına şöyle söylüyor…
‘O Musolini denen adam, Türkler için ileri geri konuşacağına, bu küçük çobanın hazır cevaplığını duysa, Türklerin ne olduğunu anlar, şaşar kalırdı’ diyor…

Füreya Koral
Seramik sanatının büyük ustası. Atatürk’lü günlerin genç kızı. Onun en yakın arkadaşlarından Kılıç Ali ile evlendikten sonra Atatürklü gecelerin güzel ve olgun ev sahibesi:
– Atatürk İzmir’i geri aldığında babam orada mevkii müstahkem kumandanı olduğu için onu sık sık gördüm. Evlenirken, babam onun nikâh davetiyelerini göndermiştir. Bizim eve gelmiştir, Atatürk Lâtife Hanım’la. Nikâhtan sonra. Çünkü Lâtife Hanım’la annem genç kızlıklarında tanışırlarmış.
Ben Kılıç Ali ile evlendikten sonra Ankara da oturdum, yerleştim. Bu vesile ile daima yakınında bulundum. Fakat, bunların hiçbirinde ben ağladığını görmedim. Fakat Kılıç Ali’den işittiğim bir durum var ki. Çok yakın arkadaşlarından biri de Nuri Conker’di. Salih Bozok’la birlikte Atatürk’ün de uzaktan akrabası oluyordu. Bozok’la Conker akrabaydı zaten. Nuri Conker’i bilhassa severdi. Benim enfiyem derdi. Yani kendisini rahatlatan insan. Conker, dürüst, tok sözlü, tok sesli, düşündüğünü hemen söyleyen bir insandı. Galiba 1935’lerde, Nuri Conker öldü. Atatürk Ankara’da değil bir seyahatte idi. Döndüğünde hemen duyurmak istememişler, sofrada söylemişler kendisine. Tabii, son derece sarsılmış, büyük şok geçirmiş. Gözlerinden boşanan yaşları, hemen mendili ile kapatmış, sofradan kalkmış. Salih Bozok hemen bozulan, ağlayan biri idi, o, başlamış hüngür hüngür ağlamaya. Onu görünce bu defa kızar gibi olmuş, ona çıkışmış, “Sen onun için ağlamıyorsun, kendine ağlıyorsun. Ölümden korktuğun için ağlıyorsun” demiş. Atatürk, her yönüyle büyük adam. Büyük olmak kolay değil, örnek insan olmak kolay değil… O, kalbiyle ağlayan ve gülen insan..!