Atatürk’ün Düşünceleri

Yazan: Enver Ziya Karal

Dil ve Tarih Coğrafya Fakül­tesi yayınlarından elli altıncısı “Atatürk hakkında konferans­lar“ adı altında neşrolunmuş­tur. Enver Ziya Karal ve Âfet İnan fakülte adına verdikleri konferanslardan bir kısmını bu eserde bir araya toplamışlardır. Bu sütunlarda okuyacağınız yazı Enver Ziya Karal’ın “Atatürk’ün siyaset üzerinde düşünceleri“ mevzulu konfe­ransından kısaltılmıştır.


SİYASET, genel olarak, bü­tün insanları ilgilendiren bir konudur. Her memle­ketle her insan kültür seviyesi ne olursa olsun milletinin ve dünya milletlerinin siyasetini kavramak için gayret sarfeder. Siyaset ko­nusunun bu özelliği bilginlerin dik­katini çekmiş ve siyasetin kaide­lerini inceleyen eserler yazmaları­na sebep olmuştur. Bu gibi eserler­ de siyasetin türlü şekillerde tarif edildiğini görüyoruz. Fakat bu ta­riflere dikkatle bakılınca, aralarında mevcut farkın esastan çok, şek­le ait olduğu görülür. Şu halde iç­lerinden birini, siyasetin genel ta­rifi gibi kabul etmek mümkündür. Meselâ şu tarif bizi tatmin edebi­lir: Bağımsız bir devlette halkın huzur ve refahı ile o devletin dev­letlerarası güvenliğini sağlamak için tutulan yol siyasettir. Ata­türk’ün siyaset üzerindeki düşün­celerini sıraladığımızda bu tarife uygun düşüp düşmedikleri ko­layca anlaşılacaktır. Şurasını da derhal işaret etmemiz lâzım­dır ki; Atatürk’ün düşünceleri ken­disinin de söylediği gibi, yaşadığı devirde, Türk milletinin toplumsal vicdanında vücut bulmuş olan dü­şüncelerdir. Atatürk onları düstur haline koymuş, tatbik etmiştir.

Hak ve siyaset:

Atatürk’e gö­re siyaset kavramları arasında ön plânda gelen değer, haktır. Hak, kişiler için olduğu gibi milletler için de temelli bir varlık garantisi­dir. Kişiler için olduğu gibi millet­ler için de temelli bir varlık garan­tisidir. Kişiler arasındaki münase­betler hakka dayanmadığı vakit, barbarlık ortalığı kasıp kavurur, devletler arasında ortak bir hak kavramı kabul edilmediği vakitte de siyasette anarşi sürer. Atatürk kişilerin devlet topluluğunda, dev­letlerin de devletler ailesindeki ça­lışmalarının daha açık, daha şümullü bir hak şuuruna doğru gelişeceğine inanmaktadır. Fakat o, devletler halinde teşkilâtlanmış in­san topluluklarının münasebetlerin­de bir devletin hak sahibi olması için bünyece kuvvetli bulunmasını da gerekli görür. Kuvveti, hakkın şartı olarak kabul eder. Fakat hakkın kuvvete üstün olduğuna da inanır. Kurtuluş Savaşımızın başlarında, Mustafa Kemal’in hak ve kuvvet arasında mevcut münasebeti şu sözlerle belirttiğini görüyoruz:

Büyük Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Bursa seyahatinde bir davette. 1 Ekim 1925.

“Her halde âlemde bir hak var­dır ve hak kuvvetin fevkindedir. Şu kadar ki milletin haklarını müdrik olup müdafaa ve muhafa­zası emrinde her türlü fedakârlığa müheyya olduğuna dair bir kanaat vermek lazım gelir.”

Atatürk’ün hak ile kuvvet ara­sında kurduğu bu münasebet kur­tuluş savaşımızın sağlam temellerinden birini teşkil eder. Mustafa Kemal, padişaha karşı savaşında, Türk milletinin meşru isteklerini dünyaya tanıtma ve kabul ettirme­de daima hakkı kuvvete dayandır­mıştır.

Kurtuluş Savaşı’mızda Misakı Milli’yi kararlaştıran Erzurum Kongresi’yle, onu geliştiren Sivas Kongresi, Osmanlı devletinin yü­rürlükte olan cemiyetler kanunu hükümlerine göre toplanmıştı. An­kara’da 23 nisan 1920’de açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi, son Osmanlı mebuslar meclisinin da­ğılması üzerine İstanbul’dan kaçan milletvekillerinden ve bir de Ana­dolu ile Rumeli’nin seçtiği yeni milletvekillerinden kurulmuştu. Kongreler ve Türkiye Büyük Mil­let Meclisi bir hak problemini çözmek için toplanmışlardı. Bu prob­lem Türk topraklarını düşman is­tilâsından kurtarmak ve Türkiye’­nin bağımsızlığını dünya devletleri­ne tanıtmak idi.

 

Atatürk, Bursa seyahatinde bir davette. 1 Ekim 1925.

Bu problem için çalışmak, ger­çekte İstanbul’daki padişah hükü­metin görevi idi. Fakat bu hükü­met yabancı orduların işgali altın­da bulunuyordu. Maddi ve mânevi birçok kuvveti kalmamıştı. Böyle olduğu için de Türk milletinin hiç bir surette haklarını koruyacak çalışmalarda bulunamazdı. Halbu­ki, Türkiye Büyük Millet Meclisi, Anadolu’nun istilâya uğramamış bölgeleriyle, Türk milletinin hak­kını tanıtmak için gerekli maddî ve mânevi kuvveti vücuda getirmeye muvaffak oldu. İstanbul hükü­metinin ilk yıllarda hukuki bir şekilde yaşamasına müsaade edildi. Fakat kuvvetsizliği günden güne beliren bu hükümetin, düşman ile işbirliği yaparak millet aleyhine çalışmalarda bulunması, hak yolun­dan da ayrıldığını gösterdi. Bu iti­barla Osmanlı saltanatı, milletin hakkını kavrayamadığından ve kavrasa da, bu hakkı koruyacak kuvvete malik bulunmadığından yıkıl­dı gitti.

Mustafa Kemal Atatürk, Bursa seyahatinde. 1 Ekim 1925.

Mustafa Kemal ile dev­rimci arkadaşlarının bu olaydaki rolleri, yaşamak hak ve kuvvetini kaybetmiş olan bu müessesenin milletimize zarar vermeyecek şe­kilde tarihe intikal etmesine im­kân hazırlamaktan ibaret kaldı. Mustafa Kemal, yeni Türkiye devletinin kurulmasında olduğu gi­bi, bu devletin bağımsızlığını ya­bancı devletlere tanıtmak yolun­da da hak ve kuvvet prensiplerine dayandı. Türk milletince, Birinci Cihan Harbi’nin galip devletlerine karsı açılan savaş, önceleri onlar tarafından ortaya atılmış olan hak düsturuna uygundu.

Birleşik Ame­rika devletlerinin kurulmasında temel ödevini gören insan hakların­da, Fransız büyük ihtilâlinin or­taya attığı prensiplerde, birinci cihan harbinin sonlarına doğru Amerika Birleşik Devletleri Cum­hurbaşkanı Wilson’un yayınladığı 14 maddelik beyannamede, millet­lerin kendi kendilerini idare etmek hakkı kutsal hak olarak tanınmıştı. Halbuki birinci cihan harbinin sonunda Osmanlı devletine kabul ettirilen Mondoros mütarekesi ve daha sonra ona imzalatılan Sevr muahedesiyle Türk milletinin siya­si hakları ayaklar altına alınmış oluyordu. Türk Milleti işte bu olaya karşı ayaklanmıştı. Atatürk de dünya efkârı umumiyesinin asırlarca kutsal tanıdığı bu hak prensibine dayanarak, Türk mille­tinin millî dâvasına istikamet ver­di.

Büyük Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Bursa seyahatinde bir yazı anında 1 Ekim 1925.

OSMANLILAR içinde, yeni Türk devletinin bir panislamcı veya panturancı politikaya sahip olmasını faydalı bulanlar da vardı. Atatürk, Osmanlı İmparatorluğunun asırlar süren hayatında bile gerçekleşemeyen bu düşünceleri tamamen hayali bul­makta ve bu ciheti, fırsat düştük­çe nutuklarında işaret etmekte idi. Geçmiş bir devrin tasfiyesi mahiyetinde olan bu çalışmasının esas düşüncelerini, aşağıdaki sa­tırlarında belirtilmiş görüyoruz:

“Efendiler, vatandaşlarımızdan, dindaşlarımızdan ve hemşehrileri­mizden her biri kendi dimağında bir mefkûrel âliye besleyebilir. Hürdür, muhtardır. Buna kimse karışmaz. Fakat bu münasebetle şunu derim ki:

Büyük hayaller peşinden koşan, yapamayacağımız şeyleri yapar görülen sahtekâr insanlardan değiliz. Şimdiye kadar büyük ve ha­yali şeyleri yapmadan yapmış gö­rünmek yüzünden bütün dünyanın husumetini celbettik. Biz Panis­lâmizm yapmadık belki yapıyo­ruz, yapacağız dedik. Düşmanlar da yaptırmamak için biran evvel öldürelim dediler. Panturanizm yapmadık. Yapıyoruz, yapacağız dedik. Ve onlar da gene öldürelim dediler. Bütün dâva bundan iba­ret. Biz böyle yapmadığımız ve yapamadığımız mefhumlar üze­rinde koşarak düşmanlarımızın üzerimize olan tazyikatını tezyit etmekten ise haddi tabiiye, haddi meşrua rücu edelim. Haddimizi bi­lelim.“

Büyük Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Bursa seyahati sırasında eşrafla, Ekim 1925.

Atatürk’ün “haddi tabiî ye had­di meşrua dönelim” cümlesinin mânası millî siyasetti. Memleke­tin ve milletin kurtuluşu için temel olarak kabul ettiği bu siyâseti de şu satırlarla anlattığını görüyoruz:

“Millî siyaset dediğim zaman kastettiğim mâna ve medlûl şu­dur:

Hududu millîyemiz dahilinde her şeyden evvel kendi kuvvetimize müsteniden muhafazal mevcudiyet ederek millet ve memleketin ha­kiki saadet ve umranına çalışmak alelıtlak tül emeller peşinde mil­leti işgal ve israf etmemek medeni cihandan medenî ve insani muame­leye ve mukabil dostluğa intizar etmektir.“

Atatürk bu sözleriyle, Türk mil­letinin toplumsal vicdanında yaşayan temayüllere tercüman oluyordu. Böyle olduğu için de, olay­ların inkişafı ile imparatorluk tor­tusu düşünceler yıkıldı ve millî siyaset düşüncesi, Türk Milletinin ortak düşüncesi haline geldi. Ata­türk millî siyasetimizin kuvvet ve değerini icraat ile gösterdiği gibi türlü nutuklarında, bu siya­setin dış bölümünün esaslarını be­lirtmekten geri kalmadı:

“Biz hududu millîmiz dahilinde hür ve müstakil yaşamaktan baş­ka bir şey istemiyoruz. Biz Avrupa’nın diğer milletlerden esirgenmeyen hukukumuza tecavüz edil­memesini İstiyoruz.“

“Siyaseti hâriciyemizde herhangi bir devletin hukukuna tecavüz yoktur. Ancak hakkımızı, namusumu­zu müdafaa ediyoruz ve edece­ğiz.“

“Millet ve memleketin menafil icabettirdiği takdirde beşeriyeti teşkil eden milletlerden her biriyle medeniyet muktezasından olan dostluk ve siyaset münasebetleri­ni büyük bir hassasiyetle takdir ederim.“

“Meclisimiz ve meclisimizin hü­kümeti cenkcu ve maceraperest ol­maktan uzaktır. Bilâkis sulh ve selâmeti tercih eder. Bilhassa in­sanî ve medeni mefkûrelerin hızı husule çıkmasına fevkalâde taraftardır. İşte bu esaslar dairesinde daima gerek şark ve gerek garp âlemleriyle daimî bir hüsnü mü­nasebet ve revabıt’i dosti ararlar.‘‘

“Ancak benim milletimi esir et­mek isteyen bir milletin bu arzu­sundan sarfınazar edinceye kadar biaman düşmanıyım.”

“Biz ecnebilere karşı herhangi hasmane bir his beslemediğimiz gibi, onlarla samimane münasebette bulunmak arzusundayız. Türkler bütün medeni milletlerin dostlarıdır“

Bu, açık ve doğru düşünceler üzerine kurulan Türk dış siyasatinin milletimize sağladığı menfa­atler meydandadır: Lozan konferansında dünya, mil­letimizin varlığını ve devletimizin, istiklâlini tanımak zorunda kaldı. Lozan barışından sonra, Türki­ye Yakındoğu’da devamlı bir ba­rış kuvveti haline geldikten başka batı medeniyetinin doğuda gerçek onartıcısı oldu. “Yurtta barış dünyada barış” düsturu Türk millî si­yasetinin parolası değerini kazan­dı. Lozan muahedesi ile ikinci ci­han harbi arasında kazandığımız Montreux ve Hatay siyasi zaferleri, meydan muharebesi verilme­den kazanılan zaferlerdir.

Onlar hakka dayandırılan millî dâvaları­mızın açık ve dürüst bir siyasetle halledilmesinden başka birşey değildir. İkinci cihan harbindeki si­yasetimizi bile, Atatürk’ün, yirmi yıl önce temellerini ortaya atmış olduğu realist prensiplerle açıkla­mak kolaydır.

Hakka, realiteye ve gerçek milli menfaate dayanan bir dış siyase­tin, bir milletin kurtuluşunda ve yükselişinde ne yolda tesir ettiğini, bütün tarihler Türk milletinin hayatını örnek olarak anlatacaklardır.