Atatürk’ün Dilimize Kazandırdığı Güç

Dil devrimi ile dilimiz devrilmiş değil, kötü bir dil düzeni devrilip yerine iyi bir dil düzeni getirilmiştir. Kötü dil düzeni, ulusal nitelikten uzaklaşmış, yabancı dillerin baskısı altında özgürlüğünü yitirmiş olan ve “üç dilden mürekkep” diye tanımlanan Osmanlıca’dır. İşte yıkılan bu dil düzenidir. Yerine gelen de ulusal, özgür, çağdaş bir dil düzenidir. Yani dilin düzeninde bir devrim yapılmıştır. Bu da anlayışlarda gerçekleşen bir devrim demektir: Dil anlayışında bir uyanış, bir bilinçlenme olmuştur. Eskiden “vardır” yerine  “mevcuttur” demeyi, “kullanmak” yerine “istimal etmek” demeyi hüner sayan aydınlar, artık bu yanlış tutumlarını düzeltmişlerdir. Bugün hiç kimseye “mütekait” sözcüğünü söyletemezsiniz; “emekli” o denli tutunmuştur. “Seçim” sözcüğü geldikten sonra “intihap”ı kullanmak isteyen kalmamıştır. “Şölen” adlı lokantalar, “Besin” adlı yiyecek pazarları, “Çarık” adlı kundura mağazaları açılmıştır. Doğan kız çocuklarına “Başak, Gölge, Yağmur” gibi, oğlan çocuklarına “Anıl, Erdem, Gönen” gibi adlar konulmaktadır. Bu gelişme, Atatürk’ün dilimizde bir anlayış devrimini gerçekleştirmiş olduğunu gösterir. İşte dil devrimi dediğimiz büyük olgunun özü bu anlayış değişimidir.

Toplum içinde bu anlayışı benimsememiş olanlar ya da dar bir çerçeve ile sınırlandırmak isteyenler de vardır. Bu yüzden yeni dil düzeninin sözcükleriyle eski dil düzeninin kimi sözcükleri bir süre daha yan yana görülecektir. Bunu dil kargaşası diye nitelemek insafsızlık olur. Zamanın da hakkını kabul etmek gerekir. Ancak, son kırk, elli yıl içinde yazı dilimizin büyük atılımlarla geniş ölçüde Türkçeleşmiş olduğunu hiç kimse yadsıyamaz.

Şunu da ekleyelim ki dil devrimi dediğimiz dilde düzen devrimi eski yazı dilimiz için gerekiyordu. Halkın konuşma dilinde düzen devrimi söz konusu değildir. Çünkü o, ulusal kimliğini korumuştur.

Her eylem, bir düşüncenin ürünüdür. Atatürk’ün birbirinden üstün olan başarılı eylemleri, onun büyük düşünürlüğünden kaynaklanmıştır. Dil devrimi konusuna da bu açıdan bakmamız gerekir.

Atatürk, gençliğinden beri, ülkeyi ve ulusu, Batı uygarlığı düzeyine yükseltmenin yollarını düşünmüştür Kolağası rütbesini taşıdığı 1907’de bir yabancı Türkologla konuşurken, bu uygarlığa girmemizi engelleyen etkenler arasında yazımızı da saymış, günün birinde bütün bunların yoluna gireceğini söylemiştir. Latin harflerini kabul etme konusunu, 1922’de Garp Cehpesi’nde Halide Edip ve Adnan Adıvar’a da açmıştır. Ancak, “harp olurken harfle oynamanın sırası olmadığını” daha 1918’de Ruşen Eşref’e söylemiş olmasından anlıyoruz ki bu işi sırası geldiğinde ele alacaktı. Enver Paşa’nın 1914-1918 arasında orduda uygulamaya başladığı yeni yazının başarı kazanamamış olması da olumsuz bir örnekti. Atatürk’ün büyüklüğü, gerçekleştirmek istediği bütün yenilikleri, tutarlı bir bütünlük içinde düşünmesi ve bunları zamanlamada olağanüstü bir ustalık göster-mesi ile apayrı bir değer taşımaktadır.

Bütün eylemlerinin değişmez niteliği olan bağımsızlık, uluşçuluk, halkçılık ve çağdaşlaşma ilkelerini, birbirine sımsıkı bağlı olan “yazı” ile “dil”de de uygulamasından daha doğal birşey olamazdı. Ancak, yapılacak işleri sıralama ve zamanlama çok önemli idi.

Sırada “yazı”, “dil”den önce geliyordu. Ama her ikisi için de bir kaynağın kurutulması gerekirdi. Bu kaynak, Arap yazısına dayanan, Arapça sözcüklerin dilimize girmesinde ve yüzyıllar boyunca yazı dilimizde egemenliğini sürdürmesinde en büyük etken olan medrese idi.

3 Mart 1924 günlü yasa ile medreseler kapatılarak, yazı ve dil için büyük bir engel ortadan kaldırıldı.

Dört yıl sonra şu üç eylem birbirini izledi:

3 Şubat 1928 günü İstanbul’da Türkçe hutbe okunarak ulusal dile ne denli önem verildiği gösterildi.

24 Mayıs 1928’de uluslararası rakamlar kabul edilerek yazıda Batı’ya yönelmenin ilk adımı atıldı.

9 Ağustos 1928 günü akşamı, Atatürk, Sarayburnu Parkı’ndaki ünlü konuşması ile yazımızı değiştirmenin gerekliliği üzerinde durdu. Yeni Türk harflerinin halkı bilgisizlikten kurtaracağını ve ahenkli, zengin dilimizin yeni Türk harfleriyle kendini göstereceğini anlattı.

Bundan sonra birer yıl ara ile şu eylemleri gerçekleştirdi:

1929’da okullardan Arapça ve Farsça derslerini kaldırttı.

1930’da ünlü sözleriyle, dile ulusal kimliğinin kazandırılması gerektiğini vurguladı.

1931’de Türk Tarih Kurumu’nu kurdu.

1932’de Halkevleri’ni kurdu.

Aynı yıl içinde Türk Dil Kurumu’nu kurdu.

Yukarıda söylediğimiz gibi, Atatürk, dili özleştirme çalışmalarını devletin resmi bir örgütü eliyle yürütmeyi uygun görmemiş, en doğru yöntemin, aydınlatıcı ve yol gösterici özel çalışmalarla halkın bilincini geliştirmek olduğunu düşünmüş, ancak çalışmaları devletçe desteklemiştir.

Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin kuruluşunu izleyen 1 Kasım 1932’de Büyük Millet Meclisi’ni açış söylevinde bütün devlet örgütlerinin dil çalışmalarıyla ilgilenmesini istemiş, daha sonra 1934, 1935, 1936, 1937, 1938 yıllarının 1 Kasımı’ndaki açış söylevlerinde Dil Kurumu çalışmalarını anlatmış, övmüştür.

Yaşamının son altı yılında en yoğun uğraşının dil konusu olduğu bir gerçektir. Ölünceye değin bütün giderlerini hükümetçe karşıladığı Dil Kurumu’nun geleceğini ölüm döşeğinde bile düşünmüş, kendisinden sonra çalışmaların, para sıkıntısı çekilmeden sürdürülebilmesi için, vasiyetnamesiyle sürekli gelir bırakmıştır.

Atatürk dil uzmanı olarak yetişmiş değildi. Ama eşsiz zekâsı ve ele aldığı konuyu en geniş, en derin boyutlarıyla düşünmede gösterdiği olağanüstülük, başka konularda olduğu gibi, dil konusunda da başarısını bu yüksekliğe çıkardı. Hiçbir zaman “dogma”nın tutsağı olmadı. Bütün atılımlarında “us”a, “bilim”e değer verdi. Düşüncelerini en uygun zamanda, en güçlü biçimde eyleme çevirir, en kısa sürede sonuçlandırırdı. Yazı devrimi için beş yılla on beş yıl arasında bir süre kabul edilmesini öneren uzmanlara “Bu iş ya üç ayda olur, ya hiç olmaz” demesi, başarılarının çarpıcı özelliklerinden bir örnektir. Yeni Türk abecesi hazırlanırken kimi Arapça sözcüklerin doğru yazılıp okunabilmesi için abeceye birkaç harf daha eklenmesini öne ren uzmanlara da şu yanıtı vermişti:

“Lisanımıza karışmış ve fakat atılması meselesi olan yabancı kelimelerin hatırı için Türk alfabesine harfler ilavesini asla münasip görmem.” Bilimsel açıdan olduğu kadar ulusal dilin bağımsızlığı yönünden bir anıt niteliği taşıyan bu söz de, biraz önceki sözü gibi, bilginlere yol gösterecek yüceliktedir.

Atatürk, dilimize yeni bir anlayış getirmiştir. Yeni dil düzeni, bu yeni anlayışın ürünüdür.

Atatürk, ulusun neye susamış olduğunu çok iyi gören insandı. Biliyordu ki ren uzmanlara da şu yanıtı vermişti:

“Lisanımıza karışmış ve fakat atılması meselesi olan yabancı kelimelerin hatırı için Türk alfabesine harfler ilavesini asla münasip görmem.”

Bilimsel açıdan olduğu kadar ulusal dilin bağımsızlığı yönünden bir anıt niteliği taşıyan bu söz de, biraz önceki sözü gibi, bilginlere yol gösterecek yüceliktedir.

Atatürk, dilimize yeni bir anlayış getirmiştir. Yeni dil düzeni, bu yeni anlayışın ürünüdür.

Atatürk, ulusun neye susamış olduğunu çok iyi gören insandı. Biliyordu ki ulusun gereksinimi ve eğilimi yeni anlayış doğrultusundadır. Önemli olan, bu isteği biçimlendirmektir. İşte dili özleştirme akımının gücü buradan geliyor.

Akım artık yolunu bulmuştur. şimdi dili özleştirenler, yalnız belli kuruluşlar ya da belli kişiler değil, ulusal dil bilincine varmış olan toplumumuzdur. Evet, dilimiz daha önce de sadeleşmeye yönelmişti. Ama önündeki engelleri aşıp gürül gürül akamıyordu. 1932’den önceki “yüz” yılda özleşme oranı, ancak yüzde 10 olabilmişken 1932’den sonraki “kırk dokuz” yıl içinde on kat hız kazanarak yüzde 50 daha artmıştır. Bugün dilimiz, en karmaşık konuları, yabancı sözcüklere gereksinme duymadan yazabildiğimiz bir yetkinliğe ulaşmıştır.

Bu övünç verici gelişmeyi Atatürk’e borçluyuz.

Ölümsüz Türk ulusu, kendisine, bütün kurumlarıyla gerçek yaşamın onurunu kazandıran ölümsüz Ata’sını sonsuza dek yüreğinin içinde       taşıyacaktır.


Ömer Asım Aksoy – Türk Dili – Atatürk Özel Sayısı Mayıs 1981, Sayı: 353