Atatürk’ün Adamları İle Bir Görüşme

Atatürk’ün aşçıları ile Haluk Durukal’ın röportajı. Cumhuriyet gazetesi, 10 Kasım 1948, sayfa 1-4


Karşımda uzun yıllar Büyük Atatürk’ün pek yakınında yaşamak talihine mazhar olmuş iki kişi oturuyor. Bunlardan biri, 1924’ten itibaren tam 14 sene 7 ay Ata’nın yanında ahçıbaşı olarak çalışan, eski İran Şahı Mehmet Ali Şah’ın ahçısı Mehmet Yücel’dir. Mehmet Yücel, şimdi Yataklı Vagonlarda çalışıyor. Atatürk’ten bahsederken gözleri doluyor ve geçmiş zamanları hasretle anıyor.

– Beyim, dedi, Allah gani gani rahmet eylesin! O, hakikaten başka adamdı. O’nda kibir, azamet, filan yoktu! Hatıralarımı soruyorsunuz, anlatayım.

Ve Mehmet usta devam etti:

Çok alçakgönüllüydü. Yüzlerce defa olmuştur. Mutfağın telefonu çalardı, açınca O’nun ‘kimsin’ diyen sesini duyardım. ‘Mehmet Usta’ derdi, ‘ben acıktım’. ‘Peki Paşam’ der, telefonu kapardım. Biraz sonra da mutfağa gelirdi. Bana çocuk gibi:

-‘Mehmet Usta, çok acıktım, bana şuracıkta bir şeyler hazırlayıver’ diye adeta yalvarırdı.

Yemeğini yedikten sonra da:

– ‘Eh, bakalım Mehmet Usta, bir kahve yap, bir de sigaradan ver!’ derdi.

Sigara ve kahvesini içer, ‘Sağ ol Mehmet Usta, iyice doydum Allahaısmarladık’ diyerek kalkar giderdi.

Atatürk hiç bir seyahatine ben olmadan çıkmazdı, mütemadiyen ‘ahçıbaşı hazır mı?’ diye sordurur, ben hareket edince, o da ederdi. Yolda yalnız benim otomobilimin kendi otomobilini geçmesine müsaade ederdi. Bir vaka anlatayım bak!

Atatürk’ün ahçısı Mehmet Usta

Balkan Antantı’nın imzalandığı sıralarda idi. Atatürk’ün en çok düşkün olduğu yemek kuru fasulye ile pilavdı. Soğuk bir gece Kırşehir’e hareket ettik. Yolda kar fırtınasına tutulduk. O kadar zorluk çekiyorduk ki, zaman zaman otomobillerimizi mandalar kardan kurtarıyordu. Vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Atatürk bir ara otomobilden indi, yanıma geldi:

– ‘Ahçıbaşı ben acıktım, bana yemek ver’ dedi.

Yanımda söğüş ve başka şeyler vardı. Hepsini saydım.

– ‘Kuru fasulye ve pilav isterim’ dedi.

‘Unuttum’ diye cevap verince:

– ‘Öyleyse hemen pişir’ dedi.

‘Paşam’ dedim, yanımda fasulye yok, hem burada pişirmek çok zor olacak!

Durdu, yüzüme baktı, güldü:

– ‘Doğru ahçıbaşı, hakkın var. Canım isteyiverdi de işte! Aldırma, yarın yaparsın’ diye üstelik de beni teselli etti…

Atatürk kat’iyyen yemek ısmarlamazdı. Yalnız, bazen yapacağım yemekleri sayarken:

– ‘Usta, peki ne kadar zamanda yapacaksın’ diye sorar, ben ‘bir, iki saat’ deyince pazarlık ederdi. Asgari müddeti söylediğimde de:

– ‘Nasılmış Mehmet Usta! Benim dediğime geldin ya!’ diye adeta çocuk gibi sevinirdi.

Yemeklerde ekseriyetle, etrafındakilere şarkı söyletir, onlar okuyunca sanki bir müzik hocası gibi:

– ‘Olmadı, makam değiştirdin!’ der ve sonra kendisi, bir defa dinlediğini, makam ile okurdu.

Mehmet usta anlatırken ağlıyordu. Gözlerini kuruladıktan sonra devam etti:

Nihayet beyim, hastalandı. İlk Fransız doktor geldiği zaman, beni de çağırttı. Bana tercümanlık yaparak, doktorun tavsiyelerini anlattı. ‘Mehmet Usta’ dedi, ‘ben iyi dinledim. Sen de iyi dinle, asıl doktorum sen olacaksın!’

Fakat sağ olsun doktorların dediklerine, pek çabuk aldırmamaya başladı. Mütemadiyen kızartma ve dondurma istiyordu. Ben de, olduğu halde vermiyordum. Mütemadiyen ‘Paşa çağırıyor’ diyorlardı, her yanına gidişimde sert sert bakıyor, ‘gel, gel daha yakın gel!’ diye yanına sokulmama müsaade ediyordu. Yüzüme önce sert bakıyor, sonra yumuşak bir sesle:

– ‘Mehmet Usta, neye bana canımın istediklerini vermiyorsun?’ diyordu.

Ben, bin dereden su getirip, doktorların yasak ettiklerini hatırlayınca:

– ‘Ha! Doğru söylüyorsun ahçıbaşı. Hakkın var amma, ne yapayım, canım çekiyor. Nasıl olsa bunları bir daha yiyemeyeceğim ki!’ diyordu.

Mehmet Usta, yeniden gözlerini kuruladı ve devam etti:

İnkılaplar sırasında öyle çalışırdı ki, 36 saat masa başından kalkmadığını bilirim. Biz mutfakta çeşit çeşit yemekler hazırladık, yanına götürünce, kızar, çıkışırdı:

– ‘Bana bir ayranla bir dilim ekmek ver ve bol da kahve yap! Şimdilik bunlar kafi, daha öbürlerini yemeyi haketmedim’ derdi.

Çok alçak gönüllü adamdı vesselam! Ankara’da iken bakardık, Paşa, öğle yemeğine saat iki olduğu halde gelmemiştir. Biraz sonra mutfağa gelirdi ve bana, ‘Mehmet Usta, ben yol yapan amale ile beraber yemek yedim, adamların soğanlarını bitirdim, sen onlara bir şeyler hazırlayıver de götür’ derdi. Ben ‘peki Paşam, siz belki doymamışsınızdır’ deyince ‘Amma da yaptın Mehmet Usta! Soğan, ekmek, zeytinden daha iyi yemek olur mu?’ diye cevap verirdi.

Atatürk, bilhassa Türk yemeklerini severdi. Biz başka isimler altında yemek yapınca kızar, ‘bizim en kötü şeyimiz onların en iyisinden daha iyidir’ derdi.

Mehmet Usta hüngür hüngür ağlıyordu:

Ah! Hele ölümünden bir kaç gün önceye ait şu hatırayı bir türlü unutamıyorum. Yanına çağırmıştı, yüzü ve bakışları iyiden iyiye solmuştu. ‘Gel Mehmet Usta’ dedi ve sordu:

– ‘Beni nasıl buluyorlar? Acaba yaşayacak mıyım?’

– ‘Tabi yaşayacaksınız, hastalığınız geçecek!’

– ‘Senin haberin yok, benden ne kadar su aldılar biliyor musun? Tam 11 kilo, Mehmet Usta. Dile kolay. Yaşayacağımı hiç ummuyorum, ne olur, ben açım, bana yemek yolla!’

Peki dedim. Tam odadan çıkarken sıkı sıkı tembih etti:

– ‘Mehmet Usta, doktorları bu işe karıştırmadan yolla!’

Ben tabii gene doktorlara telefon ettim. Bana ümitsiz bir şekilde ‘ver’ dediler.


Karşımda iki kişinin oturduğunu söylemiştim. Şimdi size ikinciyi takdim edeyim. O da Mehmet Usta’nın mesai arkadaşıdır ve Hasan Aydın’dır.

Hasan Aydın aslen Trabzon’ludur. Uzun seneler Rusya’da (Yalta’da) ‘H’otel de France’ın mutfağını idare etmiş, kendisi sonradan lokanta açmış, nihayet ihtilalde Türkiye’ye gelerek, Atatürk’ün yanında beş sene çalışmıştır. Şimdi o da Yataklı Vagonlarda ahçıdır.

Hasan Usta, Atatürk’e ait hatıralarını dinlemeye geldiğimi duyunca:

‘Anlatayım, anlatayım!’ dedi ve söze başladı:

Atatürk çok başka adamdı. Mesela bir yaz gecesi, Florya’da idik. Köşk o zaman yeni yapılıyordu. Yemek yiyorlardı. Yanlarında da Erzurum’lu bir kaymakam vardı.

Atatürk, kaymakama döndü:

– ‘Kaymakam bize bir şarkı söyle de dinleyelim,’ dedi.

Kaymakam söyledikten sonra:

– ‘Olmadı kaymakam’ dedi ve kendisi okuyarak:

– ‘Bestesini bilmeden, kim şarkı söyle derse desin, bir daha söyleme!’ diye nasihat verdi.

Bir gece de, hususi tren ile gidiyorduk, saat üçe doğru yatmıştık. Gece uykum arasında baktım, beni dürtüyorlar. Kalktım, lambayı yaktım, karşımda uzun beyaz entarisi ile Atatürk vardı. Ben şaşkına dönmüştüm. Eğildi, eli ile ‘sus!’ işareti vererek:

– ‘Hasan, ben acıktım, bana bir şey versene!’ dedi.

Derhal kalktım.

– ‘Sakın gürültü etme, çocuklar akşama kadar yoruldular.’ dedi.

Hazırladığım yemeği, hemen oracıkta yedikten sonra:

– ‘Aferin Hasan, beni iyice doyurdun!’ diyerek, sırtımı okşadı. Halbuki ben sadece vazifemi yapmıştım.

Atatürk, her şeyden o kadar anlardı ki, nasıl anlatayım, gelir, mutfakta biz yemek yaparken, hepimizi imtihan ederdi. Bazen, biz şaşırınca, kendisi tamamlardı.

Atatürk en çok fasulye ile pilava bayılırdı. Adet edinmiştik, her gün isteyiverir diye, pilav ile fasulye bulundururduk. Hastalığı sırasında bir defa doktorlar ilaç vermişlerdi de midesine dokunmuştu, doktorlara çatmış, onlar da: ‘Belki yemekten olmuşsunuzdur.’ demişlerdi.

Ertesi akşam gene midesi ağrıyınca, doğruldu ve gür sesi ile:

– ‘Gururunuza yediremezsiniz de, kabahati ahçılara atarsınız! Bu akşam da bakalım neye kabahat bulacaksınız!’ diye haykırmıştı.

Hasan Usta’nın gözleri dolmuştu. Onları daha fazla üzmeden sessizce ayrıldım.