Atatürkümüz, Peyami Safa, Cumhuriyet

Atatürkümüz, Peyami Safa, Cumhuriyet, 11 Kasım 1938

Türk’e ait herşeyin içinde O vardı: O’nun gölgesi meydanları dolduruyor, O’nun karaltısı dağbaşlarını tutuyor, O’nun bakışı en uzak dalların ucuna, en geniş ovaların sonuna, içimiz kadar kapalı ve kuytu köşe bucaklara uzanıyordu. Kımıldıyan, fırlıyan, sıçrıyan herşeyde O’nun şimşeğinden bir çizgi vardı. Her ev, her gün, kendi aile reisinden bir haber bekler gibi O’ndan bir işaret almaya alışmıştı. Kara haberden sonra, hem de nasıl, herşey birdenbire söndü; nasıl, nasıl…

Sanki O’nsuz dağlar karardı, O’nsuz dallar kurudu, O’nsuz mesafe bomboş kaldı. Şimdi bütün gözler yaşlı, benizler uçuk, dudaklar kilitli. Sanki her evden bir cenaze çıktı.

O’nsuz varlıkta, yokluğa sarkan birşey var. Fakat, varlıkla yokluk arasındaki tezadın hazımsızlığından doğan bir inanmamak duygusu içindeyiz. O’nun kadar var olan ve O’nun kadar var eden bir insanın yokluğuna inanmamak duygusu büyük bir hakikat saklıyor. Buna dikkat edelim. O’nun yokluğuna inanmakta haksız değiliz: O ölmemiştir, demiyeceğinim, fakat O’nun ölen tarafı her fânide olduğu gibi, zaten en az var olan tarafıydı, gövdesiydi. Zaten O bu kadar işler bir et ve kemik parçasiyle, bir mide ve karaciğer parçasiyle yapmadı. O’nun asıl var olan ve bugün yok olduğuna bir türlü inanmadığımız tarafı, fâni altın başına sığmıyarak, en aşağı, memleket hudutları kadar taşan cevherdi. Bu cevher Türktür. O’nun güzel gözlerinin elenmiş duru mavisinden fışkırmış bütün yurdu sarmıştı. Fakat o gözbebeklerin sönmesiyle, o cevherin zerresi kaybolmamıştır. Biz bütün Türk fezalarını dolduran o seyyaleyi iliklerimize kadar duyarak O’nun var olduğunu seziyor ve bunun için yok olduğuna inanmıyoruz.

O’nun zaten fâni vücudünün kaybolmasından duyduğumuz keder sonsuzdur; fakat millî hızımızdan, gücümüzden, güvenimizden zerresini kaybetmiş değiliz. Bilâkis, O’nun sağlığında, O’na güvendiğimiz için bizi saran bir sürü ihmallerimizden, O’nun hepimize dağılan cevheriyle kendimizi kurtaracağımız günü de idrâk etmiş oluyoruz. Kendisi bir nutkunda, bu memleketin bir değil, birçok Mustafa Kemallerle dolu olduğunu söylememiş miydi? O’nun manevî varlığı kadar maddî yokluğu da bizim için dağlar deviren bir enerji kaynağı olacaktır. Çünkü maddi yokluğunun manevî varlığına asla mâni olamıyacağını ispat edeceğiz; çünkü biz O’nun gövdesine tapan bir putperest değil, ölmez eserine ve mânâsına bağlı bir letin değil, kendi mânasiyle beraber yaşayacak ebedî bir milletin yaratıcısıdır. Yeise kapılmak hem O’nu, hem kendimizi anlamamak olur.

Fakat kederimiz ne sonsuzdur, günümüz ne karadır, gönlümüz ne mahzundur, ne mahzun!

Bunu da ancak Türk olan bilir.