Atatürk’ü, Çankaya’ya Mı Gömeceklerdi?
Atatürk, öylesine hayat dolu bir insandı ki, onun sağlığında, ölümünden sonra nerede toprağa verilmesi gerektiğini düşünüp söyleyen çıkmadı.
Atatürk’e yapılacak Anıtkabir’in nerede olması gerektiğinin tespit edilmesi için üç kişilik bir komisyon kurulmuştu…
ATATÜRK’ün ölüm üzerinde sık durmadığı gerçeğini bütün yakınları söylerler: Hayat felsefesini her türlü aşırılıklardan uzak tutabilmiş gerçekçi bir insan olarak, ölüm üzerinde de hayale iltifat etmeyen fikirleri vardı.
Milletinin vefasına daima güvenmiş fakat ölümünden sonra hatırlanmasını bile belirli şartlara bağlayacak kadar emeklerine karşılık arama nefsaniliğine kapılmamıştır.
Bu asil gurur, aynı zamanda mislisiz tevazuun belgesini-kendi el yazısından- şu sayfaların içinde bulacaksınız.
Cumhuriyetin onuncu yıl dönümü dolayısıyla, nutkunun kendi el yazılı metninde şu satırlar vardır:
“Asla şüphem yoktur ki, Türklük’ün unutulmuş büyük medeni vasfı ve kabiliyeti, bundan sonraki inkişafı ile, atinin yüksek medeniyet ufkundan yeni bir güneş gibi doğacaktır.
Bu söylediklerim hakikat olduğu gün, senden ve bütün medeni beşeriyetten dileğim şudur:
Beni hatırlayınız.
Türk Milleti, Ebediyete akıp giden her on senede, bu büyük millet bayramını..”
Geri kalanını kitaplarda okuyor, hatta kendi sesinden dinliyoruz: Fakat yukarıdaki metnin, “Bu söylediklerim hakikat olduğu gün, senden ve bütün medeni beşeriyetten dileğim şudur: Beni hatırlayınız!…” bölümü yok, okumuyoruz ve kendi sesinden dinlememiş bulunuyoruz, çünkü eliyle karalamış, silmiş bu veda dileğini…
Önce ölümün beşer hayatındaki değişmez kaderini bilmenin bilinci içinde, milleti için özlemini duyduğu güzel sonuçlar önünde hatırlanmayı İstemiş, daha sonra da bu mutlu yıl dönümü gününde böylesine hatırlatışın, vatandaşları eleme iteceğine dikkatini çıeken genel sekreteri Hikmet Bayur’un uyarısı üzerine,bu kelimeleri metinden çıkarmıştır. Ama yüreğinde taşıdığına şüphe var mıdır?
BURADA BİR MEZAR HAVASI VAR
Müzeleri, tarihin geçit resmi yaptığı varlıklar saydığı için değer verir, ilgilenirdi. Ankara’daki Etnografya Müzesi’nede kuruluş günlerinde sık sık giderdi. Binanın tamamlandığı ve düzenlendiği günlerde, yanında Saffet Arıkan, Falih Rıfkı Atay, Haşan Reşit Tankut, Şemsettin Günaltay, Yusuf Ziya Özer’le müzeye gitti. Müze Müdürü Osman Ferit Sağlam’la, o günlerde Alâcahöyük kazısını yöneten Remzi Oğuz Arık ve Hamit Zübeyr Koşay karşıladılar. Binayı dikkatle gezdi, ilk hükmü şu oldu:
“Burada bir mezar havası var.. Adeta büyük bir kabre benziyor..”
Kaderin garip tecellileri vardır: Atatürk’ün tahnit edilmiş naaşı, 1938 yılı, 21 Kasımından, 1953 yılı 10 Kasımına kadar on beş yıl burada bekledi. Kurtardığı vatanda beş adım toprağı bulabilmek için.. Bir de isim bulunmuştu: Muvakkat kabir!
Atatürk hayatın öylesine kendisiydi ki, onun ölümünü düşünmek bir çeşit haksızlık, hatta kadirbilmezlik sayılıyordu: Bunun içindir ki, Atatürk’ün ölümünden sonra, vatanın neresinde toprağa tevdi edileceğini düşünen çıkmadı veya, çıksa bile tercihini açıklamadı. Atatürk hastalığın belirtileri karın çevresinde göze batar şekilde görününceye kadar, konuyu hekimlerinden başka hiç kimseye açmadı, hatta giyim kuşamına daha çok özen gösterdi: 1937 baharında karın nahiyesi şişliği dolayısıyla elbiselerini rahat giyemez olmuştu, yeni ölçülere göre yaptırdığı dört takımdan ikisini hiç giyemediğini, “Bu çok güzel…” diye beğendiğini belirtince de kendisine hediye ettiğini Kılıç Ali söyler.
Doktorlarımız, bir de yabancı mütehassıs getirilmesini hükümete tavsiye ettikleri zaman, konu üzerinde arzusunu soran Başvekil Celal Bayar’a.
-“Çocuğum, ne yapacaksanız, zaman kaybetmeyin. Kendimi iyi hissetmiyorum.” demiştir.
Bu, Rumeli şivesiyle söylediği “çocuğum”, içtenliğinin ifadesiydi. Karşısındakinin yaşı ve başı ne olursa olsun…
Profesör Fissanje’nin tahmininden dört aya yakın süre daha çok yaşamasına rağmen, ne hükümetin, ne de kendisi ne yakın kişilerin, gömüleceği yer üzerinde düşüncelerini açıkladıklarına şahit oldu. Ölüm, Atatürk’ten öylesine uzak sayılıyordu ki, ona ait her vazife düşünülebilirdi, ama gözlerini kapamasından önce nereye gömüleceği değil… Yalnız olaylar öylesine bir yön ve sonuç aldı ki, ölümünden sonra, tavsiye edilen Çankaya’nın yerine, bugünkü Anıttepe’nin tercihi de belki başka yere değil, fakat üzerinde fikirlerin toplanmasına rağmen, Ankara’yı istemeyenlerin ağır bastığını gösteriyor.
Atatürk hayata veda edince, kendisine en layık şekilde ve milletinin şükranının eksiksiz ifade edecek bir anıta defne dilmesi, hükümetin ve Meclis’in başlıca konusu olmuştu. Ortada, birbirini tamamlar biçimde iki konu vardı: Artık adına “Anıtkabir” denilecek olan bu anıt nerede
olacaktı? Ata’ya layık bir kabir kimlere yaptırılacaktı? Birinci soru için düşünceler birleşiyordu: Anıtkabir’in yeri, devlet merkezi olan Ankara idi. Milli Mücadele, Ankara’nın bağrında oluşmuştu. O Ankara ki, Mustafa Kemal geldiği zaman su şırıltısından ve kuş seslerinden uzaktı.
Yeşile hasret, zengin tarihine rağmen kaderine terkedilmiş belde…
İkinci konu ise, milletlerarası bir yarışma ile halledilecekti. Çünkü Atatürk, güzel sanatların bütün medeni insanlığın müşterek nasibi olduğuna gönülden inanmıştı.
NİHAYET SONUCA VARILIYOR
Asıl mesele, Anıtkabir’in nerede yapılacağı idi. Yerin tesbiti yetkili bir komisyona verildi. Komisyon, çeşitli safhalar gösteren ve uzun süren çalışma devresinde şahsiyetlerini de değiştirdi, üç komisyon, konuyu birbirinden devraldı. İlk iki komisyonun vardığı sonuç, Ankara’nın imar planını yapan Profesör Yansen’le, uygulamasını yönetmiş olan Profesör Holsmeister’in, Güzel Sanatlar Akademisi hocalarından Profesör Tavt’ın da fikirlerini aldıktan sonra raporunu verdi:
Cumhuriyet Halk Partisi Meclis Grubu, son karara varmak yetkisi ile öç milletvekilini görevlendirdi:
İstanbul Milletvekili Salah Cimcoz, Ankara Milletvekili Falih Rıfkı Atay, İçel Milletvekili Ferit Celal Güven.
Üç kişilik yetkili komisyon, kendinden öncekilerin uygun gördüğü yerler üzerinde incelemeler yaptı ve şu sonuca vardı:
Atatürk, Çankaya’ya gömülecekti.
O günün şartları içinde yayınlanmayan ve ondan sonra da, hatta imza sahiplerinin üzerinde durmadıkları düşüncelerini, komisyon başkanı Falih Rıfkı Atay’ın el yazısıyla tespit eden raporun asıl metni, sayfalarımızdadır. Bu bakımdan da üzerinde durulmaya değer tarihi hadisedir. Önce, o tarihte Falih Rıfkı Atay’ın başyazarı olduğu Ulus gazetesinin antetli kâğıtları üzerine yazılmış metni okuyalım:
Hükümetçe teşkil olunan komisyon, Ankara şehrinin imar planını yapan şehirci ile iki mimar, bir heykeltraş ve diğer mütehassıslardan Anıtkabir için fikir sorulmuştur.
Mütehassıslar Etnografya Müzesi yerinin böyle bir abide için muvafık olmadığı hususunda hemen hemen müttefiktirler. Bizler, mütehassısların bu kararına iştirak ediyoruz.
Mütehassıslar, istasyon arkasındaki tepeyi tasavvur bile etmemekte haklı idiler. Sonra da teklif olunan tepe hakkında, ilk raporları imza etmiş olanlardan Ankara’da bulunanlar kati ret cevabı vermişlerdir. Bizler bu ret cevabına ve onun mucip sebeplerine iştirak etmekteyiz.
Mütehassısların ekseriyeti Çankaya mevkiinde toplanmıştır. Çankaya’daki binalar grubundan herhangi bir suretle istifade edilmek ihtimalini düşünen Nafıa Fen Heyeti, köşk yollarıyla iltisakı olmayan bir tepe seçmiştir. Eski köşkün diğer tarafında, su depolarının bulunduğu tepe de aynı vasıfları haizdir. Bizim fikrimizce Çankaya üzerinde karar vermek, fakat tam muvafık yerinin intihabını, abide müsabakasına iştirak edenlerle münakaşa ederek tayin etmek daha doğru olur.
Atatürk, bütün hayatında Çankaya’dan ayrılmamıştır. Çankaya, şehrin her tarafına hâkimdir ve Milli Mücadele kurtuluş ve inkilablarımızın hatıralarından ayrılmaz bir surette bağlıdır. En muhteşem abideler inşasına müsaittir. Hülasa, maddi, manevi, bütün şartları haizdir. Atatürk’ü ölümünden sonra Çankaya’dan ayırmayı haklı gösterecek hiçbir sebep bulamadık.
Onun için bizler Çankaya fikrinde ısrar ediyoruz.
Falih Rıfkı Atay, Ferit Celal Güven, Salah Cimcoz
Daha sonra nelerin olduğu ve yukarıdaki yetkili imza sahiplerinin, kendilerinden önceki mütehassısların reddettikleri ve bu redde katıldıkları tepenin neden tercih edildiği ayrı bir konudur: Bir sualdir ve cevabı da vardır, arzu edilir, samimiyet ve bilhassa cesaretle incelenirse varılacak sonuç sualin gerçek cevabı da olabilir.
Ne çıkar?
Günümüzde asıl konu, Atatürk’ün kabrinin yeri değil, felsefesi ve manevi mirasının kalbimizde ve vicdanımızda olabilmesidir.
Cemal Kutay, Kasım 1978