Atatürk’ten Kısa Anılar
10 Kasım 1985 tarihli Milliyet’in İkinci Gazetesi ‘Renk’te Nezihe Araz imzasıyla yayımlanan anılar
MUSTAFA Kemal’in hususiyetlerinin başında çok düşünmek, çok danışmak, kendi inandıklarını iyice kontrol etmek, başkalarının da ona inandıklarını görmek gelir. Anadolu’ya geçmezden önce İstanbul’da görüşmediği, danışmadığı, ne dost, ne de düşman kalmıştır. Sofrasını da bütün eserleri ve fikirleri duymak, kendisininkilerle karşılaştırmak için başlıca vasıta olarak kullanmıştır.
(Falih Rıfkı Atay)
Bir seyahatten Ankara’ya dönüyordu. Sabahleyin trenden iner inmez, doğru köşke gitmiş, hususi hizmetlerine bakanlara ne vaziyette olduğunu sormuştum. “İki gün iki gecedir durmadan kitap okuyor, yalnız birkaç defa banyo yaptı ve koltuğunda istirahat etti” dediler.
(Haşan Rıza Soyak)
Amerikalı gazeteci Miss Gladya Bacher, Atatürk’ten neden diktatör diye çağrılmaktan hoşlanmadığını sormuştu. Cevap olarak, “Çünkü ben diktatör değilim” demişti Atatürk. “Benim kuvvetim olduğunu söylüyorlar. Evet bu doğrudur. Benim arzu edip de yapamayacağım bir şey yoktur. Fakat ben zoraki ve insafsızca hareket etmeyi bilmem. Bence diktatör diğerlerinin iradesini reddedenlerdir. Ben ise kalpleri kazanarak hükmetmesini isterim.”
Mustafa Kemal, Selanik civarında İskender’in doğduğu yere yakın bir mahalde dünyaya gelmiştir. Bir gün O’nunla konuşurken, bu tesadüfe işaret etmiştim. “Mukayese burada sona erer,” dedi. “İskender dünyayı fethetmişti. Ben böyle bir şey yapmadım. O, dünyayı istila edeyim derken, kendi vatanını unutmuştu. Ben hiç bir zaman kendi vatanımı unutmayacağım.”
(Kont de Chambrun)
Mustafa Kemal’in daima meçhul kalan tarafı, büyük zaferini başarmazdan evvel çektiği azap ve işkencelerdir. Arkadaşlarına söz geçiremez, amirlerine dert anlatamaz, devlet ve siyaset adamlarını yola getiremez, kapıları çalar, açılmaz, bağırır, çağırır, işiten olmaz. Devlet batıyor, der Padişah gözlerini kapar. Mesuller dudak büker. İşte gençliğe her şeyden evvel Atatürk’ün bu mihnet, bu cevir, bu cevher devri anlatılmalıdır. Gençlik en ziyade onun cephesindedir ki, muhtaç olduğun azim ve irade dersini alabilir.
(Yakup Kadri Karaosmanoğlu)
Atatürk’ün para ve mala karşı büyük bir meyli yoktu. Şahsi gelir ve masraflarıyla da hiç alakadar olmazdı. Bu hususta katlandığı tek külfet maaş senedini imzalamaktan ibaretti. Hemen ilave edeyim, dairesinin resmi masrafları üzerine tam aksine çok titizdi.
(Hasan Rıza Soyak)
Atatürk çiftliklerini hâzineye armağan ettiği zaman İsmet İnönü’nün çektiği teşekkür telgrafına cevaptır: “Hatırlarsınız, Türk köylüsünün Türk efendisi olduğunu söylediğim zamanı. Ben, o efendinin arzu ve iradesi altında senelerden beri çalışmış bir hadimim. Şimdi beni çok heyecana getiren hadise Türk köylüsüne naçizane olsa da ufak bir vazife yapmış olduğumdur. Milletin yüksek mümessilleri heyeti bunu iyi görmüş ve kabul etmişlerse benim için de unutulmaz bir saadet hatırasını bana vermişlerdir. Bundan ve çok yüksek zevkle millet, memleket ve cumhuriyet hükümetini yapmaya mecbur olduğum vazifeler karşısında gösterilmiş olan teveccühten, takdirden ne kadar mütehassis olduğumu ifadeye muktedir değilim. Bahis mevzuu olan hediye yüksek Türk milletine benim asıl vermeyi düşündüğüm hediye karşısında hiçbir kıymeti haiz değildir. Ben icap ettiği zaman en büyük hediyem olarak Türk milletine canımı vereceğim.”
Atatürk, 19 Mayıs 1929 akşamı Büyükdere’ye yakın arkadaşı Fethi Okyar’ın evine misafir gitmişti. Kasıtlı bir dedikodu çarkı o günler Atatürk’ün çok hasta olduğunu, elinin, ayağının tutmadığını fısıldıyordu. Mustafa Kemal’in Büyükdere’de olduğunu duyan kalabalıklar Fethi Bey’in evinin önünü doldurmuş, onu görmek, meraklarını gidermek istiyorlardı. Atatürk evinin balkonuna çıktı ve şöyle konuştu o gün: “Benim için zahmet ediyorsunuz. Bundan mahçup oluyorum, beni görmek, behemehal yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu kâfidir. Ankara’dan gelmeden evvel işittim ki, ‘Hastadır, ölüme mahkûmdur, eli ayağı tutmuyor’ demişler. İşte karşınızdayım. Sıhhatteyim. Elim ayağım tutuyor, kendi gözlerinizle görüyorsunuz. Siz bu akşam benim karşımda milletin bir timsalisiniz, size hitap ederken bütün millete sesimi işittireceğime kaniyim. İşittiniz ve işittiriniz. Sizin menfaatleriniz için sıhhatini ve ömrünü vakf ve hasr eden adam sıhhattedir, sizin için çalışacaktır. O sizin için yaşıyor. Benim kuvvetim benim size olan muhabbetimle sizin bana olan muhabbetinizdir. Bu millet, bu memleket yeni rejim üzerinde dünyanın en makbul bir mevcudiyeti olacaktır. Ben bunu kendi gözlerimle görmeden ölmeyeceğim.”
“Bunalıyorum, çocuk, büyük bir ıstırap içindeyim. Görüyorsun her gittiğim yerde mütemadiyen dert ve şikâyet dinliyoruz. Her taraf derin bir yokluk, maddi ve manevi perişanlık içinde, ferahlatıcı pek az şeye rastlıyoruz. Maatteessüf memleketin hakiki durumu işte bu. Bu arada beni en çok üzen şey nedir biliyor musunuz? Halkımızın zihninde kökleşmiş olan, her şeyi, her şeyi başta bulunandan bekleme itiyadı. İşte bu zihniyetle herkes büyük bir rehavet ve tevekkül içinde, bütün iyilikleri bir şahıstan, yani şimdi benden istiyorlar. Benden bekliyorlar. Fakat, nihayet ben de bir insanım be birader, kudsi bir kuvvetim yok ki.”
(1930 Fatih Rıfkı Atay’dan)