Atatürk’e Düello Teklifi
DÜELLO geleneğine Türklerde pek rastlanmaz. Ancak Batı’ya öykünen kimi kişiler Türkiye’de de zaman zaman rakiplerine düello teklif etmişlerdir.
Örneğin İkinci Meşrutiyetin başlarında, 1911 yılında, Meclis-i Mebusan’da iktidar ve muhalefet arasındaki çekişmeler basına da yansıdığında Tanin başyazarı Hüseyin Cahid (Yalçın) Bey’in yazdığı bir yazıdan ötürü Priştine Mebusu Hasan, hakarete uğradığını ileri sürerek Hüseyin Cahid’i düelloya davet etmiştir. Hemen bunun ardından avukat Lütfi Fikri, gene bir yazı ile hakaret ettiği Nesim Ruso tarafından düelloya davet edilmiş, ancak her iki düello girişimi de İttihat ve Terakki Fırkası İleri gelenlerince önlenmiştir.
İkinci Meşrutiyetin sonuna doğru 1919 yılında da, Mondros Ateşkesi’nin ardından gene bir gazeteci ile bir profesör arasında karşılıklı bir düello daveti söz konusu olmuştur. Bu da taraflardan birinin af dilemesiyle tatlıya bağlanmıştır. Hiçbiri de gerçekleşmeyen bu düello tekliflerinin bilinebilen en sonuncusu, Kurtuluş Savaşı’nın başında, Heyet-i Temsiliye’nin TBMM’yi toplamak üzere Ankara’ya geldiği günlerde Mustafa Kemal Paşa’ya karşı yapılan bir düello teklifidir.
Sivas’tan Ankara’ya güç hal gelebilen Heyet-i Temsiliye’nin parası pulu da kalmamıştır ve heyetin günlük yemek parasını bulmak bile sorun haline gelmiştir. İşte böyle bir günde Ankara Müftüsü Rıfat Efendi (Börekçi), Ankaralılardan topladığı bir parayı getirir, heyetin mail işlerine bakan Mazhar Müfit’e teslim eder. Bunun üzerine Mazhar Müfit de, günlerden beri çorba ve bulgur pilavından başka şey yememiş olan heyete pirzola ve helva yaptırır. Mazhar Müfit (Kansu), “Erzurum’dan ölümüne kadar Atatürk’le beraber” adlı anılarında bu sahneyi şöyle anlatır:
“Pirzola yenildikten sonra sofrada Paşa’nın karşısında oturan Rüstem Alfred Bey bir sigara yaktı.
Paşa:
‘-Acele etme Rüstem Bey, pirzoladan başka daha neler var? Bugün fevkalade’ dedi.
Rüstem Bey:
-‘Sizden müsaade almaksızın sigara içmeyi muvafık-ı adab ve muaşeret (terbiye ve görgüye uygun) görmeyerek bu ihtarda bulunuyorsunuz, halbuki yemek arasında sigara içilmesine siz ne vakitten beridir müsaade ettiniz ve hep içilmekte iken, bugün neden ayrıca müsaade almaya lüzum görüyorsunuz?’ cevabıyla sertleşti.
Paşa:
– Canım, yemek sırasında sigara içilmesini, ancak iştihamızın kapanarak, az yemek yememiz için usul ittihaz etmiştik. Bugün ise etten başka helvamız da var, onun için sigara ile iştiha kapanmaması için, sigara içmekte acele etmeyiniz dedim, cevabıyla şakada bulundu.
Rüstem Bey, bu cevapla iktifa etmeyerek hiddetle sofradan kalktı gitti. Morfinoman olan Rüstem Bey her nedense bu gün o terbiyeli tavır ve hareketini ve sükûn ve sükûnetini kaybetmişti.”
Mazhar Bey yemekten sonra Rüstem Bey’in odasına çıkar ve aralarında şu konuşma geçer:
“Rüstem Bey:
– Monşer, işin şaka ciheti yoktur. Paşanın on-onbeş kişilik bir sofrada beni, adabı muaşeretten bihaber farzıyla tahkiri, tahammül edilecek bir hal değildir. Sizin namusunuza tevdi ediyorum. Aramızda başka hiçbir arkadaş bilmemek şartıyla paşayı düelloya davet etmek ve bu suretle haysiyetimi muhafaza etmek mecburiyetindeyim. Sizi vekil tayin ediyorum. Paşaya iblağ ediniz.
Ben, hayretle Rüstem Bey’in yüzüne baktım:
– Düello mu?
– Evet.
– Paşayı öldürmek mi İstiyorsunuz?
– Hayır, bilakis ben ona zarar vermeyeceğim, ben öleceğim veya yaralanacağım. Bu suretle haysiyetim muhafaza edilmiş olacak. Bunun üzerine yarım saat kadar münakaşa ettik. Rüstem Bey’i kandırmak mümkün olmadı. Ben, derhal paşanın odasına gittim, akıl ve mantığın kabul etmediği, Rüstem Bey’in bu çocukça ve mecnunane teklifini şaka ve alay tarzında bir ifade ile paşaya anlattım, her ikimiz birer kahkaha salıverdik.
Mustafa Kemal Paşa:
– Ne oldu bu adama, çıldırdı mı?
Ben:
-Aklından biraz zoru var galiba, bugün ne olmuş bilmem.
Mustafa Kemal Paşa:
-Demek ben de şahitleri tayin edeyim, öyle mi?
– Sade o kadar değil, silah intihabı (seçim) da size ait İmiş, bunu da intihap ediniz. Rüstem Bey’e tebliğ edeceğim.
– Acaba hangi silahı tercih etsek?
– Bence modern bir silah olsun.
– Yani ne demek?
– Süpürge sopası demek.
Uzun kahkahalarla bu görüşmeye nihayet verdik. Odama geldim, Rüstem Bey bekliyordu.
– İntihap ettiği silah nedir?
– Modern bir silah, şimdiye kadar düelloda hiç kullanılmamış bir silah.
– Neymiş o?
– Süpürge sopası.
Nihayet Rüstem Bey’e pek ciddi olarak dedim ki:
– Rüstem Bey, evvela sizi tahkir eden yok. Saniyen, bu hareketiniz şayi olursa arkadaşlar arasında kazandığınız mevki ve hürmeti kaybedersiniz. Salisen, böyle bir Firengane hareketler, sizi biz milliciler arasında fena bir mevkie düşürür ve hatta aramızdan geldiğiniz yere, yani İstanbul’a avdetinizi icap ettirir.”
Bu tartışmadan sonra da Rüstem Bey ikna olmaz, bir-iki gün sofraya da gelmez. Bir süre sonra Ankara milletvekili seçilir ama hep küskündür, istifa eder ve İstanbul üzerinden Avrupa’ya gider. Avrupa’da ömrünün sonuna kadar hep Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı savunan yazılar yazar, ama bir daha Türkiye’ye de dönmez. Böyle bir enteresan tiptir Rüstem Alfred Bey…
Not: Sivas Kongresi günlerinde çekilen yukarıdaki fotoğrafta, Alfred Rüstem oturanlardan en solda.