Atatürk ve Yahya Kemal

Munis Faik Ozansoy, Hisar Dergisi, Kasım 1968


Her insanın aile takviminde ortak sevinç ve matem günleri olduğu gibi, milletlerin geçmişinde yer alan birçok zafer ve felâket tarihleri arasın­da da, ötekileri ikinci plâna iten ve o milletin bütün fertlerini sevinçte ve tasada birleştiren müstesna günler vardır. Bizim de çok şükür zaferleri yenilgilerinden, kazançları kayıplarından fazla olan tarihimizin son yarım Yüzyılı için­de iki büyük gün var ki, o günlerde Türk milleti tek vücut ve tek kalp halinde birleşerek sevinir veya ağlar: 30 Ağustos ve 10 Kasım günleri..

Nasıl olmasın ki o günlerden biri, millet haysiyetimizin ve millî sınırlarımızın kurtarıldığı; öteki, onları kurtaran büyük adamın hepimizi öksüz bıraktığı gündür. Hisar’ın yalnız Kasım sayıları için başyazı düşünürken, konu ve başlık ara­maya ihtiyaç duymam. Konu da, başlık da hazırdır: Atatürk…

Fakat bu sefer, o dev-ad’a bir büyük ad daha eklemek istedim: Yahya Kemal. Onu da, tam on yıl önce, Kasım ayının başında kaybetmiş değil miydik?

Güzel bir çağrışım bu iki büyük insanı hafızamda birleştirdi. Ben eminim ki büyük Dâhi bunu bir saygısızlık saymayacak ve o aziz şairin ruhu bundan hazların en ulvîsini du­yacaktır.

Atatürk’ü anarken Yahya Kemal’i hatırlamak, ölüm tarihleri ayni aya rast­lamış olmasa da, bence yersiz sayılmamalıdır. Çünkü Yahya Kemal, mütâreke yıllarının acısını millî haysiyetinin derinliklerinde duyan ve kurtuluş savaşına tâ ilk gününden itibaren kalbi ve kafasıyla inanan şairlerimizden biri ve belki de birincisi idi. 1919-1922 yılları arasında ka­leminin bütün gücünü bu ülkü için seferber etmiştir. Tarihimizin en karanlık gün­lerinde tek ümit ışığını Mustafa Kemal Paşa’nın şahsında görüyordu. Aynı inan­cı duyan ve söyleyen Halide Edip ile Falih Rıfkı Anadolu’ya geçtikten sonra, artık bu ümidi her gün İleri ve Tevhid-i Efkâr gazetelerinin sütunlarından İstanbul’un sağır ufuklarına haykıran yalnız Yahya Kemal olmuştur.

Eski geleneklerimiz kadar yakın tarihimiz hakkında da pek az bilgiye sa­hip olan gençlerimiz, Yahya Kemal’i yalnız şair olarak tanırlar. Hattâ, Park Otel’deki odasının yalnızlığından Abdullah Efendi lokantasına ve Emirgân kahvesine kadar uzanabilen ihtiyarlık günlerini düşünerek onu, toplum hayatiyle bağlan­tısı hiç olmamış bir hayal adamı diye suçlayanlar bile vardı. Bilmiyorlardı, da­ha doğrusu biz onlara öğretmemiştik ki, Yahya Kemal, şair olmadan önce bir nâsir, bu memleketin dertlerini her gün dile getiren bir yazardı. Yahya Kemal’in millî isyanı, mütâreke yıllarında Sevr muahedesine karşı bir şiiriyle başlamış, makaleleriyle devam etmiş ve yine bir şiirle tamamlanmıştır.

Bu yazımda ben, Atatürk hakkında fazla birşey söyleyecek değilim. Elli yılın ötesinden bugüne nakledeceğim sesiyle o büyük Dâhi hakkında Yahya Kemal’i konuşturacağım.

Önce şairimizin milli isyanı dediğim «1918» şiirini dinleyelim:

Ölenler öldü, kalanlarla muztarip kaldık.

Vatanda hor görülen bir cemâatiz artık .

Ölenler en sonu kurtuldular bu dağdağadan

Ve göz kapaklarının arkasında eski, vatan

Bizim diyar olarak kaldı tâ kıyamete dek.

 

Kalanlar ortada genç, ihtiyar, kadın, erkek

Harâb-olup yaşıyor tâli’in azâbıyle;

Vatanda düşmanı seyretmek ıztırâbıyle.

Vatanda korkulu rü’yâ içindeyiz gerçek.

Fakat bu çok süremez, mutlaka şafak sökecek.

 

Ateş ve kanla boğar, bir gün ordumuz lekeyi,

Bu, insanoğluna bir şeyn olan, Mütâreke’yi.

Şimdi de Yahya Kemal’i, Mustafa Kemal Paşa ve millî savaş hakkında, makaleleriyle konuştura­lım:

«İki sene evveline kadar yaşamak hakkını an­cak mâzîye âit eserlerle talep ediyorduk. Bugüne göre bir millet olduğumuzu isbat lâzımdı. İşte mil­lî hareket bir sene içinde bu hakikati ortaya koy­du, bir sene içinde Mustafa Kemal’i milletin tim­sâli olarak yarattı. Bir sene içinde bütün sütü temiz Türkler o timsâlin etrâfında bir kütle oldu­lar.»

«Mustafa Kemal’i bir şahıs zannedenler alda­nıyorlar. Mustafa Kemal İzmir’e efzunlar çıktığı günden evvel bir ferddi. O günden beri artık bir ferd değil bir timsâldir.»

«Millî hareketi bir kıvılcımken söndüremeyen nefesler bugün bir güneş olduktan sonra söndürmeye çalışırlarsa ne demeli?» «Nefesle kaabil-i itfâ mıdır çerâğ-ı elest?» (1)

Yahya Kemal Beyatlı’nın Varşova’da elçiyken çekilmiş fotoğrafı

«Bir milletin başına gelebilecek ne kadar fe­lâket varsa hepsiyle haşır neşir olduğumuz bu senelerde önümüze düşüp bizi tekrar hayâta çıka­ran Mustafa Kemal Paşa’nın sîmâsını ileride tahattur edecek her Türk Abdüihak Hâmid’in bu mısra’ındaki çerçeve içinde görecek:

Akardı payına mahşer-misâl bir millet!

Çoktan, pek çoktan beri bu millet bir oğlunun şahsında böyle temessül etmemişti. Milletlerin asırlarda bir doğurduğu büyük insanlar henüz eser­lerini ikmâl etmemişken bile gözleri kamaştırırlar, bize de bugün bu vâki oluyor.»

Yahya Kemal Beyatlı’nın Varşova’da elçiyken çekilmiş fotoğrafı

«Yunanlılar İzmir’e çıktıkları gün çok bedmesttiler, o gün, o fecî gün İstanbul’dan Samsun’a bir adamın gittiğini fark edemediler. Her şeyin bittiğini zannettikleri o gün her şey başlıyordu; o adamın neden sonra ismini öğrendiler. Şimdi de rü’yâlarına giriyor.» (2)

Yahya Kemal Beyatlı’nın Varşova’da elçiyken çekilmiş fotoğrafı

«Mirlivâ Mustafa Kemal Paşa İzmir fâciası günü bir yeis cumûdiyesi kesilen pâyitahtın orta­sından geçmiş, tek başına, Bâbıâlî merdivenle­rinden çıkmış, orada fâcianın sadmesiyle benzi sarı nâzırlar görmüş. Ellerini nevmîdâne uğuşturarak: «Ne yapalım? Ne yapalım? diyen o ricâle, kısa bir cevap olarak: «Vazifenizi yapınız!» demiş. Oradan ayrılmış, kendi vazifesinin başına geçmek üzere, doğru rıhtıma gitmiş. Bir Karadeniz vapuru­na binmiş, anne Anadolu’nun bir sâhiline çıkmış­tı. Mirlivâ Mustafa Kemal Paşa’nın arkasında o gün yegâne kuvvet, İstanbul’un, Anadolu ve Rume­li şehirlerinin meydanlarında mâtem mitingi hâ­linde, toplanmış hazîn, perişan, biçâre, mazlum bir halktı. Üç sene sonra, bugün, Müşîr Mustafa Kemal Paşa İzmit’dedir; o hazîn, perişan, nevha- ger mâtem kalabalıkları bugün onun arkasında, Kars’dan Eskişehir’e kadar, bükülmek bilmiyen iki demir bâzû gibi gerilmiş ordulardır; bugün, eğer o üç sene evvelki fâcia gününün nâzırlarından biri İzmit’e gitse ve o gün kısa bir cevap olarak: «Vazîfenizi yapınız!» demiş olan genç Türk serdârına şimdi onun ne yaptığını sorsa, o: «Vazife­ mi yapıyorum!» der ve bu vazifenin ne olduğunu anlatır.»(3)

Yahya Kemal Beyatlı’nın Varşova’da elçiyken çekilmiş fotoğrafı

Şairin konuşmasını 22 Ağustos 1922 tarihli zafer niyaziyle bitirelim:

Şu kopan fırtına Türk ordusudur Yârabbi!

Senin uğrunda ölen ordu budur Yârabbi!

Tâ ki yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın,

Gaalib et, çünkü bu son ordusudur İslâm’ın.

Atatürk hakkında Yahya Kemal’i daha sayfa­larla konuşturabilirdim. Ama buna ne lüzum var? Atatürk ve eseri üzerinde kim ne söylerse daima eksik, yahut fazladır. Atatürk’ün bu millet ve memleket için ne olduğunu, onun müstesna yüzünü görmek mutluluğuna erişememiş genç kuşaklara anlatırken, bence Hâmid’in güzel mısraını tekrarlamakla yetinmeliyiz:

Akardı pâyına mehşer-misâl bir millet!

Gerçekten bu millet 1919’dan itibaren haya­tı boyunca onsekiz yıl Atatürk’ün izinde mahşer misali akıp gitmişti. Otuz yıldan beri de hatırası­na ve onun timsali olan Anıt-Kabrine koşmakta­dır. Bu mahşer akışı daha otuz yıllar, yüz yıllar, kısacası ebediyete kadar devam edip gidecektir.

Yahya Kemal Beyatlı’nın Varşova’da elçiyken çekilmiş fotoğrafı

(1) «Eser», İleri: 5 Mart 1337 (1921) Eğil Dağlar S. 32, 33

(2) «O» İleri: 12 Mayıs 1337 (1921) Eğil Dağlar S.116 «Mustafa Kemal Paşa»

(3) Arslan gerilir de öyle atlar» Tevhid’i Efkâr: 19 Hazi­ran 1922 – Eğil Dağlar: S. 258