Atatürk Ve Urfalı Bakıryırtan Salih

Atatürk 22 Temmuz 1932 tarihinde Yalova civarındaki Çınarcık’a ge­lir. Burada Çoban Mehmet ve diğer bazı pehlivanların güreşlerini seyre­der ve Çoban Mehmet’le konuşur.(1)

Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı Komutanı sporsever General İsmail Hakkı Tekçe Paşa, zehir gibi acı kuvvetli olan bir askerin yaptığı akıl almaz marifetlerden Atatürk’e bahsettiği zaman, Atatürk, bu olağanüstü gücü yakından görmek istemiştir. Urfalı Bakıryırtan Salih’i derhal Yalo­va’ya apar topar getirtip Atatürk’ün huzuruna çıkarırlar. Gücü gibi azman bir cüsseye sahip bu heykel gibi delikanlı, Atatürk’ün bilhassa ilgisini çe­ker. Atatürk, karşısında duran dev yapılı esmer delikanlıyı süzdükten son­ra birden şunu sorar:

“Sen kuvvetliymişsin, bakır yırtarmışsın, doğru mu bu?..” diye O ’na sorar. Salih, “Evet, doğrudur Paşam…” diye cevap ve­rir.

Bu cevap karşısında köşkün ön bahçesinde oturan Atatürk’ün emriyle mutfaktan bakır tencereler, tavalar, siniler getirilip Urfalı genç Salih’in önüne yığılır. Ve Bakıryırtan Salih, bu döğme bakırdan yapılma tencere ve sinileri, Atatürk’ün gözleri önünde mukavva kutu yırtar gibi parçalaya­rak marifetini gösterir. Yanında bulunanlar gibi Atatürk de gördüklerin­den çok hoşlanır. Fakat aşçıdan yeni bir tepsi daha istenir. Bu ikinci tecrübe olduğu için, aşçı daha kalın ve kenarı kıvrık bir tepsi getirir. Bu kalın kenar; Türk parmaklarının kuvveti karşısında biraz zorla da olsa, ikiye bölünmüş ve tepsiyi yarıya kadar yırtmıştır. Atatürk buna hayran olur. Aynı tepsiyi başkalarına verir. Hazır bulunanlardan hiçbiri bu yırt­mayı bir milim dahi ilerletememişlerdir. (2) Ayrıca genç Salih, verilen bir deste iskambil kağıdını da ikiye böler.

Atatürk Salih’e kuvvetinin ana tarafından mı, yoksa baba tarafından mı geldiğini sorar: “Babam pehlivan değildi, fakat anamın kova kadar bir küp pekme­zi, bir eliyle tutarak içtiğini bilirim” der. İşte bu Türk anasının oğlu, önünde duran bir su dolu kovayı parmaklarıyla kaldırarak sudan içer.

Atatürk, gücüne hayran kaldığı bu kuvvet harikasının, iyi bir pehlivan olabileceğini düşünerek, onun muntazam ve metodik bir surette yetiştiril­mesi için, ilgililere gerekli emiri verir. Terhisi yaklaşan genç Urfalı Salih’in İstanbul’da Şişe ve Cam Fabrikasına (Paşabahçe) yerleştirilmesini ister.(3) Salih bu fabrikada işe girdikten sonra, İstanbul Fatih Güreş İhtisas Kulübü’ne gidip gelerek güreş öğrenmeye başlar.

Haliç İdman Kulübünün Yalova’ya yaptığı bir gezi sırasında, güreşçilerin de yeniliklerini haber alan Atatürk hemen sormuştu:

“Çoban da var mı aralarında?…”

Çoban Mehmet’in Yalova’ya gelen güreşçiler arasında bulunduğunu öğrenen Atatürk, bu habere pek sevinmiş ve derhal güreş gösterileri tertip­lenmesini istemişti. Gereken hazırlık hemen yapılmış ve iki çift Ata’nın huzurunda eşlendirilip güreşe tutuşturulmuştu. Bu güreşlerde, Çoban Mehmet rakibi Faik Pehlivan’ı yenmiş; Cemal Pehlivan da rakibi Urfalı Salih’i alt etmişti.

Atatürk, büyük umutla beslediği Bakıryırtan Salih’in bir türlü iyi bir pehlivan olamayışı karşısında hayâl kırıklığına uğramıştı. Çünkü kafası, güreş oyunlarını almazdı. Sürati intikali hiç yoktur ve her güreş idmanın­da müthiş heyecanlanır, her zaman ne yapacağını şaşırmaktadır.(4) Hatta o gün güreşlerden sonra Çoban Mehmet’e dert yanmıştı âdeta:

“Salih hâla iyi bir pehlivan olamadı Çoban …” demişti.

Çoban Mehmet bunun suçu sanki kendisininmiş gibi kızarıp, bozar­mış, kabahatli bir çocuk edâsıyla başını önüne eğerken: “Kendisini yetiştirmek için çok çalışıyoruz Paşam, fakat bir türlü ka­fası almıyor…” diye mırıldanmıştı.

Atatürk, bu sözler karşısında kahkahalarla gülmekten kendini alamamıştı.(5) Urfa’lı Salih Pehlivan, güreş tarihimize acı kuvvetleriyle temayüz eden, gelmiş geçmiş en kuvvetli pehlivanlarımızdandır. Bu pehlivan o ka­dar kuvvetliydi ki, anlatılamaz. Gençliğinde en ağır develeri bile sırtında havalandırırdı. İşte bu derece mükemmel kuvvete sahip olmasına rağmen, milletlerarası çapta bir başarı elde edemedi. Bu da, minderde zafer yolla­rını bulabilmek için sadece kuvvetin ve idmanın yeterli olmadığının en be­lirgin misalidir. Güreş tekniğini bilmek, güreşçinin bu spora özgü zekâsını kullanması ile orantılıdır. Zaten bunu da Atatürk ifade etmişlerdir.(6) Atatürk güreşi şöyle tarif eder:

“Kuvvet ve zekâ oyunudur. Bu iki üstün varlık, insanda birleştiği vakit, ancak büyük işler görülebilir.”

Gene Atatürk’ün fikrine göre, insanlar akıl ve zekâlarıyla, bir çok şeyler keşfede­bilirler, fakat bütün bunları, insan kuvvetinin yardımı olmadan tatbik sa­hasına koyamazlar.(7)

Atatürk, acı kuvvetine hayran olduğu o saf ve tertemiz Urfalı’yı himayesinden uzak tutmamıştır.


Yazan: Özbay Güven, Dr., Gazi Üniversitesi, Gazi Eğitim Fakültesi, Beden Eğitimi ve Spor Bölümü öğre­tim görevlisi, Güreş Millî Takımları eski antrenörü ve kondisyoneri.

(1) Utkan Kocatürk, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Kronolojisi 1818-1938 Cumhuri­yetin 60. Yıldönümü, Ankara 1983, s.536 (2) Afet İnan, Atatürk Hakkında Hâtıralar ve Belgeler, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınla­rı, 4.Baskı, Ankara 1984, s. 167. (3) Cem Atabeyoğlu, Atatürk ve Spor, Hisarbank Kültür Yayınları, İstanbul 1981, s. 19. (4) İsmet Atlı, Dünya Güreşine Oyun Getiren Ustalar, İstanbul 1988, s. 126.(5) Atabeyoğlu, a.g.e., s.20. (6) Ali Gümüş, Asrımızın Koca Tusufları, Tercüman Yayınları, İstanbul 1979, s.256. (7) İnan, a.g.e., s. 167