Atatürk: Osmanlı Ordusu Değil Türk Ordusu

Atatürk, bu cümleleri daha kolağası iken, Osmanlı ordusu şerefine yapılan bir toplantıda kadehini kaldırmadan söylemiş ve bu sözlerini sabaha kadar süren bir münakaşa takip etmişti. İşte ben Atatürk’ü böyle bir ihtilâl havası içinde tanıdım

Tevfik Bıyıklıoğlu

Eski Cumhurbaşkanlığı Umumi Katibi ve eski Moskova sefiri Tevfik Bıyıklıoğlu’nu telefonla aradığım ve kendisinden Atatürk hakkındaki hatıralarını bize anlatmasını rica ettiğim zaman bu teklifimi nasıl karşılayacağını bilmiyordum. Muhatabına bu isteğine karşı yüksek bir anlayışla mukabele ederek beni kabul etmeye hazır olduğunu bildirdi.

Fener yolunda, sakin ve geniş bir bahçenin ortasındaki evinin kapısını çaldığım zaman, bizzat kendisi bana kapıyı açtı ve beni hemen oradaki bir salona götürdü. Karşı karşıya oturduk. İri gövdeli, beyaz saçlı ve gözlüklerinin altında, olduğundan daha küçük görünen gözleri ile beni dikkatle süzen, bu eyyam görmüş adamdan, Atatürk hakkındaki bilgilerini öğrenmek kolay olacak mıydı? Daha ilk sözlerinden mümkün olduğu kadar ketum davranma kararında olduğunu anlıyordum. Uzun bir konuşma ile onu yumuşatmak, mevzudan mevzuya atlayarak, özlü birkaç nokta yakalayabilmek belki mümkün olur diye düşündüm ve işte şu aşağıdaki satırlar böyle bir kararın, daha doğrusu onun soylememek ve benim söyletmek arzusu ile yaptığım dört saatlik karşılıklı mücadelenin bir mahali olarak ortaya çıktı.

Bıyıklıoğlu konuşmamızın doğrudan doğruya alakadar olduğu mevzuya girmeden evvel:

Ben dedi buradaki sakin köşemde iki varlık arasında yaşıyorum. İri elleri ile oturduğu koltuğun arkasındaki duvarı işaret etti. Atatürk’ün Arthur Kampf imzalı ve orijinal bir resmi vardı. Sarı yıldızlı çerçevesi içinde rengi biraz daha solukmuş gibi görüken bu resim, büyük kahramanı yüzünün en manalı çizgileri ile ve bizim hiç de alışık olmadığımız bir işmizaz ile canlandırıyordu. Bu yüzde dehanın, sarsılmaz bir iradenin ve insanı peşinden sürükleyip götüren üstün bir şahsiyetin izleri hemen seziliyordu… Ona uzun uzun baktım.

Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın Alman Profesör – ressam Arthur Kampf tarafından yapılan portresi. 1927

Şimdi Bıyıklıoğlu benim arkamdaki duvarı işaret ediyordu. Döndüm. 1923’de İsmet İnönü ile Lozan’da çekilmiş bir resmi asılı idi ve muhatabım sözlerine şöyle devam ediyordu:

– Atatürk’ün yanında geçirdiğim senelerin üzerimde bıraktığı tesirler, bu iki şahsiyeti birbirinden ayırmama mâni oluyor. Ben sükünumu ancak onların arasında bulabiliyorum. Bu sözlerimin asıl mevzuya girmeden yapılacak ufak bir mukaddemede tebarüz ettirilmesini isterim.

Onun bu isteğini yerine getiriyor sonra sözü kendisine bırakıyorum.


mustafakemalim.com notu: Tevfik Bıyıklıoğlu ile yapılan bu söyleyişinin tarihini ve yazarını maalesef tespit edemedik.


Atatürk’ü 31 Mart hâdiseinden sonra, daha kolağası rütbesinde iken Selanik’te tanıdım. Ben o vakit Selanik’teki 15. Numune Topçu Alayı’nın emir subayı idim, komutanımız Fon Andertin isminde bir Alman Albayı idi. Bu senenin sonbaharında Karaferye istikametinde bir atlı seyahate çıktık. Seyahatimizin ilk saatlerinde peşimizden tek başına, dolu dizgin at sürerek gelen bir kurmay Subay, komutanın yanında atını durdurdu. Selâm verdi ve kendisini:

– Ben, ordu erkâniharbiyesinden kolağası Mustafa Kemal.. diye takdim etti ve ilâve etti: Müsade ederseniz sizin tatbikatınıza iştirak edeceğim.

Atatürk ve Tevfik Bıyıklıoğlu (Soldan ikinci) Japon prensi Takamatsu ile 13.01.1931

Gelen genç, çevik, sarı kıvrık bıyıklı bir subaydı. Komutan bu teklifi memnuniyetle karşıladı. Mustafa Kemal Bey, kafileye katıldı ve akşam geç vakte kadar at üzerinde bizimle beraber, topçunun yeni anlayışlara göre kullanma usulleri hakkındaki incelememize iştirak etti. Bahis mevzuu olan her meselede bıkmadan ve kuvvetle fikrini söylemesi, Alman komutanımızın ve seyahat arkadaşlarımızın üzerinde derin bir tesir bıraktı. Akşam üstü geç vakit Yenicei Vardar’a vardık. Orada bir topçu alayı bizi misafir etti. Akşam bütün subaylar bir sofra etrafında toplandık. On saatten fazla at üstünde dolaşmış olduğumuzdan çok yorgunduk. Bir an evvel istirahat etmeyi düşünüyorduk. Sofrada şarap da içilmişti. Yemeğin sonuna doğru alay komutanımız ayağa kalktı.

Ve:

Arnavutluk isyanını bastıran Osmanlı ordusu şerefine içiyorum.. dedi.

Bu teklif karşısında hepimiz kadehlerimizi kaldırdık ve Osmanlı ordusu şerefine içtik. Hepimiz dağılmaya hazır bir ruh haleti içindeyken, Kolağası Mustala Kemal Bey ayağa kalktı:

Kolağası Mustafa Kamal’in iki saat süren nutku

Arkadaşlar, diye söze başladı ve her cümlesini benim vasıtamla almancaya tercüme ettirdiği bu nutuk tam iki saat sürdü. Mustafa Kemal hulasaten diyordu ki:

– Türk ordusu için dahili kavgada muvaffak olmak bir zafer değildir. Ve bu hadisenin şerefine memleketi seven bir adam ve Türk zabiti sıfatı ile sevinip kadehimi kaldıramam. Bundan ancak elem duyabilirim. Arkadaşlar, bana dikkat edin, sözlerime kulak verin, Osmanlı ordusu değil, Türk ordusu bir gün gelecek, Türk varlığını, Türk istikIalini kurtaracaktır. İşte asıl o vakit sevineceğiz. İftihar edeceğiz. İşte o vakit Türk ordusu vazifesini yapmış olacaktır.

Mustafa Kemal Bey’in bu sözlerinde derin bir karışıklık içinde bulunan Osmanlı camiasının artık iflas etmek üzere olduğunun ilk ve canlı bir ifadesi vardı. Bu sözler, orada bulunan subaylar arasında derin bir tesir icra etti ve sualler ve cevaplarla büyüyen tartışma sabahın ilk saatlerine kadar devam etti.

Bir yurt gezisi sırasında Tevfik Bıyıklıoğlu, Atatürk ve Şükrü Kaya

İşte ben yanında uzun zaman çalışmış olduğum Atatürk’ü ilk defa böyle bir hava içinde ve bugün artık kaybettiğiniz fakat hasretlerini içimizden sökemediğimiz topraklar üzerinde ve böyle bir ihtilâl havası içinde tanıdım.

Anafartalarda ikinci karşılaşma

5 Ağustos 1915 tarihinde beni, merkezi Anafartalar köyünün üç kilometre kadar doğusunda bulunan Çamlıbel’deki Anafartalar Grubu Komutanlığı karargâhına kurmay yüzbaşısı olarak tâyin etmişlerdi. Bu vazifeyi alınca Akbaş’tan Çamlıbel’e gittim ve daha o zamandan askerlikteki kudretini bütün memlekete tanıtmış bir kumandan olarak tarih sayfalarına geçmiş bulunan Grup Komutanı Miralay Mustafa Kemal Bey’e kendimi takdim ettim. İlk lâfı:

– Haydi gel, seninle Kireçtepe’yi görelim.. oldu. Ve beni otomobiline aldı, Turşun köyüne doğru yola çıktı.

Bundan anlaşılıyor ki, Çanakkale muharebelerinin bu en hararetli safhasında omuzlarına ağır bir askerî mes’uliyet almış olan Anafartalar Grupu Komutanı Miralay Mustafa Kemal Bey, bütün şahsiyeti ve bütün kabiliyeti ile, yalnız harp maksadına kendini bağlamış bulunuyordu.

O heyecanlı günlerde, Mustafa Kemal Bey’i daha yakından tanımak imkânlarını elde ettim. Basit şartlar içinde bile, mümkün olduğu kadar rahat yaşama ve bilhassa rahat çalışma imkânlarını hazırlamıştı. Tuğla ve kerpiçten, orada bulunabilen inşaat malzemesinden kendisine iki odalı bir kulübecik yaptırmıştı. Bunların bir tanesini yatak odası olarak kullanıyordu. Bu çırçıplak bir odaydı. İçinde Mustafa Kemal’in yattığı bir seyyar karyola, bir portatif masa ve iskemleden başka birşey yoktu. Çalışma odası daha genişçeydi. Üzerinde cephenin büyük bir haritasının yapılı olduğu genişçe bir tahta masa, tahtadan birkaç sandalye bu odanın bütün mobilyasını teskil ediliyordu. Orada askerî icaplar dolayısıyla Mustafa Kemal’in çalışma hayatı gece başlardı. Günün geç saatlerine kadar, cephenin her tarafından raporlar gelir, bunlar harekât dairesinde tevhit edilir ve grup komutanının ittilaına arzedilirdi. Mustafa Kemal Bey o tahta masanın basında bu raporları teker teker inceler ve ertesi gün için bütün emirlerini hemen orada hazırlatırdı. Bu hazırlanışta tekellüften tamamen tecerrüt etmesini bilirdi. Her vaziyet karşısında evvelâ karşısındakilerin fikirlerini sabırla dinlerdi. Sonra, kendi kararını bildirirdi. Bu karar kat’i idi. Onu asla değiştirmeden ve üzerinde münakaşa ettirmeden tamamen tatbik ettirmek isterdi ve bunda daima muvaffak olurdu.

Ertesi gün için icabeden emirler verildikten sonra, Mustafa Kemal’in basit sofrası çalışma odasına kurulurdu. Sofrada ekseriyetle yalnız bulunmazdı. Yanında ekseriya kurmay başkanı binbaşı İzzettin Bey (Orgeneral İzzettin Çalışlar), cepheyi ziyarete gelmiş misafirler, komşu birlik komutanları bulunurdu. Uzun süren bu yemeklerde, içki içilirdi. Bundan maksat içki sofrasın uzun müsahabelere ve münakaşalara imkân vermesiydi. Yemekler pek basitti, zaten onun yemeğe ve içmeye karşı düşkünlüğü yoktu. Cephede kurulan ve etrafında geniş müsahabeler yapılan bu sofralarla Atatürk’ün güttüğü gaye fikirlerini etrafındakilere telkin fırsatını bulmaktan ibaretti. Zaten bu sofralarda hiçbir zaman arkadaşlık havası kaybedilmez ve Atatürk’ün üstün şahsiyeti sofra nizamına her zaman hâkim olur, hiç kimse onun yanında en ufak bir lâubaliliğe sapamazdı.

Lozan Konferansı sırasında Tevfik Bıyıklıoğlu

O, kısa emirlerle, istenen şeylerin yaptırılamayacağına kani idi. Karşısındakini tanımak ve kendini ona tanıtarak fikirlerini öylece kabul ettirmeyi maksatlarına daha uygun bulurdu. Fakat bu hayat cephenin nispeten sakin olduğu devirlere mahsustu. Buhranlı zamanlarda Atatürk için, sofra, içki, müsahabe, münakaşa yoktu. O hemen harp sahasına girer, vaziyete bütün soğukkanlılığı ile hakim olur ve en buhranlı devrelerde bile sanki harita üzerinden vaziyetleri takip ediyormuş gibi bir sükunet ve itidal gösterirdi.

Atatürk’ün en mesut anlarından biri 

Atatürk, sevinçlere ve kederlere kendisini kaptıran bir insan değildi. O en büyük hâdiseler karşısında bile soğukkanlılığını daima muhafaza etmiş bir insandı. Bununla beraber, onun hâkim şahsiyetinde de bir insan olarak, kederin ve neşenin, muayyen bir nisbet dairesinde tecellilerini görmek kabildi. İstiklâl mücadelesinin nasıl çetin sartlar içinde başarılmış olduğunu hepimiz biliriz. Böyle bir mücadeleyi, millete dayanarak başarmış olan bir şahsiyetin, zaferin semerelerini elde etmeye başladığı zaman ne derin bir saadet hissedebileceğini takdir etmek güç değildir. Ben Atatürk’ü işte böyle bir zamanda gördüm. Onu kısaca anlatmak isterim.

31 Ağustos 1922… Büyük zafer kazanılmış… Düşmanın istila ordusu Çalköy’de sarılarak tamamıyla mahvedilmiş… Mustafa Kemal’in yıllarca peşine düştüğü artık tahakkuk etmiş. Türk milleti için zeval bulmaz hürriyet ve istiklâl güneşi ısıtıcı ışıklarını tekrar Anadolu yaylası üzerine boşaltmış. 

O sabah Atatürk, yanında Erkanı Harbiyei Umumiye Reisi Fevzi Paşa, ve Garp Orduları Komutanı İsmet Paşa olduğu halde bir gün evvel düşmanın mağlup olarak eridiği harp sahasını dolaştıktan sonra, Dumlupınar köyüne geldi. Vakit akşama yaklaşmıştı. Güneş Murat dağlarının arkasına doğru inmek üzere, bir gün evvel çetin bir boğuşmaya sahne olan Çalköy sahası, yavaş yavaş loşluklara bürünüyor. Günün muzaffer komutanı Gazi Mustafa Kemal Paşa, Dumlupınar köyünün küçük evlerinden birinin damında, bir küçük tahta iskemleye oturmuş, bu kararan ufukları seyrediyor. Yüzünde hissettiklerini anlatan ufak bir işarete bile tesadüf edemiyoruz. Demir renkli gözlerinde, fevkalade bir parlaklık bile yok, zinde ve canlı yüzü, sert ve asabi hareketleriyle hep aynı Mustafa Kemal… O tarihi gün, ebediyete intikal ederken, küçük bir hâdise cereyan ediyor. İsmet Paşa harp sahasından toplayarak yanında getirdikleri esir düşman kumandanlarını, Başkumandana takdim ediyor.

Atatürk, Çankaya Köşkü önünde, 1926

Onları büyük bir nezaketle karşılayan Başkumandanın gözlerinde bir an büyük bir saadetin ışığı, yakıcı bir alev olarak dolaşıyor. İşte Mustafa Kemal’in, hayatındaki en mesut anlarından bir tanesi budur.

Büyük eserinin en canlı meyvalarını topladığı bir anda, milleti için yaptığı emsalsiz hizmetlerin gösterdiği kahramanlıkların, feragatlerin kefareti olarak gözlerinde dolaşan bu saadet ışığı onun en büyük mükafatı olmuştu. Atatürk’ün en mesut anı deyince birdenbire bu tarihi hatırladım ve hayalimde o tarihi akşamın loşlukları içinde biraz daha heykelleşen güzel yüzünün canlandığını görür gibi oldum. O belli belirsiz bir heyecan içinde İsmet Paşa’ya döndü:

– Paşam, dedi, tebrik ederim; zaferi kazandınız…

Ve bundan sonra ordulara «İIk hedefimiz Akdeniz’dir. İleri!» cümlesini ihtiva eden meşhur günlük emrini yazdırdı. 

Atatürk ve Demokrasi

Atatürk Türkiyeyi istiklale kavuşturduktan ve esaslı inkılâp hamlelerine giriştikten sonra, iki muhalefet partisi ile karşılaşmıştı. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Fırka. Birinci Büyük Millet Meclisinde kurulmuş olan ikinci grup, hiçbir zaman memleket içine yayılarak hakiki bir siyasi parti mahiyetini almamış olduğu için bu hareketi bir siyasi parti olarak mütalaa etmek doğru olmaz ama, bu hareketin, memleket işlerinin tedvir edilmesinde, Mecliste ciddi bir murakabe unsuru olarak hareket etmesi hayırlı tesirler yaratmıştır.

Atatürk, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kurulmasını iyi niyetle karşılamıştı. Kalbinde bu partiyi kuranlara karşı ufak bir infial olmamıştır. Bilakis o her zaman memleket işlerinin selameti için esaslı bir muhalefet partisinin kurulmasını lüzumlu buluyordu. Bu parti kurulduktan sonra onu bazı şedit tedbirler almaya ve Cumhuriyet devrinin bu ilk muhalefet partisini kapatmaya sevkeden âmiller, bu partive reaksiyoner unsurların karışması ve bu halin yapılmış olan inkılâpları tehdit eder bir mahiyet alması idi. Atatürk’ün bu cezrî hareketinde anti demokratik bir hal görmekten daha ziyade, onun memleketin hayrı için yapılmış olan inkilâpları muhafaza azminde bulunduğunu idrak etmek icap eder.

Atatürk’ün demokratik ruhu, bu ilk tecrübeden hiç de iyi bir netice almamış olmakla beraber, onu yeni bir tecrübeye daha sürükledi. Yalova’da, Fethi Bey’in memleket işlerine dair yaptığı ufak tenkitler üzerine Atatürk ona:

Öyleyse bir parti kur ve çalış.. emrini verdi.

Atatürk devrinin ikinci muhalefet partisi olan Serbest Fırka işte böylece onun tasvibi ile, arzusu ile doğmuş oldu.

Bu ikinci tecrübesinde de muvaffak olamadı. Bu yeni muhalefet partisine yine reaksiyoner unsurlar karıştı. Bu hal Atatürk üzerinde derin bir tesir icra etmişti. O günleri hâla hatırlıyorum. İstanbul’da Dolmabahçe sarayında idi. Başardığı büyük inkılâplara rağmen hâlâ irticanın ayaklanmak cesaretini göstermesi, hâlâ, bir muhalefet partisi gölgesine sığınarak, hamleler yapmış olan Türk milletini geriye çekmek istidadında bulunması onu çok müteessir ediyordu. Ben O sıralarda Moskova sefaretine vazife ile gönderilmiş olduğum için, hâdisenin müteakip seyrine şahit olmadım. Yalnız şunu da kaydetmeliyim ki, Atatürk demokratik bir ruha malikti. Elinde bir diktatörlük kurmak için kafi ve lüzumlu bütün imkanlara, kuvvete, milletin sonsuz itimat ve muhabbetine sahip olduğu halde asla bu yola dökülmemiştir. Nasıl bir millet adamı olarak doğmuşsa, yine öyle bir millet adamı olarak kalmıştır ve kalacaktır.

Şahsiyetinin kuvvetini her zaman hissettirdiği muhiti ve calışma arkadaşları daima onun bu müstesna kabiliyetinin tesiri altında kalmışlardır. Bugün memlekette demokratik bir cereyan başlamış ise, bunun ilk teşebbüslerinin ve ilk ilhamlarının Atatürk’ten geldiğine hiç şüphe yoktur.. O büyük kahraman bütün hayatında Türk milleti için hayırlı olabilecek bütün fikir, kanaat, hamle ve hareketleri ortaya atmak bahtiyarlığına erişmiş bulunuyordu. Bu itibarla onun arkasından gelenlere düşen vazife, onun işaret ettiği yoldan yürümek ve inkılâpları koruyarak geliştirmekten ibarettir.