”Atatürk, Kur’ân-ı Kerimi Ellerine Aldı Ve Ceketinin Önlerini İlikledi”
1932’de Ramazanın ikinci günüydü. Atatürk’le Ankara’dan Dolmabahçe Sarayına geldik. Beni huzurlarına çağırdılar:
”Yaşar Bey, dediler. İstanbul’un mümtaz hafızlarının bir listesini istiyorum. Ama bunlar musikiye de âşina olmalıdırlar.”
Listeyi hemen hazırladım. Bu listede şu isimler vardı: Hafız Sadettin Kaynak, Sultan Selimli Rıza, Beşiktaşlı Hafız Rıza, Süleymaniye Camii Baş Müezzini Kemâl, Beylerbeyli Fahri, Darüttalim-i Musiki âzasından Büyük Zeki, Muallim Nuri ve Hafız Burhan Beyler… Listede ismini yazdıklarımın hepsi ertesi akşam için Dolmabahçe Sarayına dâvet edildi.
İstanbul’un bu belli başlı hafızları ertesi akşam saraya geldiler. Kendilerini Bolu mebusu Cemil Bey karşıladı ve doğruca Maarif Vekili Dr. Reşit Galip Beye götürdü. O ana kadar bunların niçin çağırılmış olduğunu ben de bilmiyordum. O gün anladık ki, tercüme ettirilmiş olan Bayram Tekbiri kendilerine meşk ettirilecektir.
Hafızlar ikişer ikişer oldular ve şu metin üzerinden meşke başladılar: ”Allah büyüktür, Allah büyüktür.”
Sultan Selimli Hafız Rıza Efendi bu tercümeye itiraz etti. Bolu mebusu Cemil Beye dönerek:
“- Efendim, dedi. Türkün Tanrısı vardır. Bu “Tanrı” şeklinde okunursa daha muvafık olur kanaatindeyim.”

Rıza Efendinin bu teklifini Cemil Bey pek ilgi çekici bulmuş olmalı ki, arz etmek üzere hemen Atatürk’ün huzuruna girdi. Döndüğü zaman hepimizi Gazi’nin yanına götürdü. Atatürk, tekbir tercümesinin sadeleştirilmesi hususunda gösterilen arzu üzerine:
“- Peki arkadaşlar, dedi. Tekbirin tercümesini okuyunuz bakalım.”
Okundu: “Tanrı uludur, Tanrı uludur. Tanrı’dan başka Tanrı yoktur. Tanrı uludur, Tanrı uludur ve hamd ona mahsustur.”
Atatürk bu tercüme şeklini çok beğendi. O gece geç vakitlere kadar huzurlarında kalındı, hep bu konu üzerinde saatler süren irşat edici direktiflerde bulundular ve hafızların ertesi akşam yine gelmelerini emrettiler.
Ertesi akşam ayni zevatla Atatürk’ün huzurunda toplandık. Gazi, Cemil Sait Beyin Kur’ân tercümesini getirtti. Ayağa kalkıp Kur’ân-ı Kerimi ellerine aldılar. Ceketinin önlerini iliklediler. “Fatiha Suresi”nin tercümesini açıp halka hitap ediyormuş gibi okudular. Bu davranışlariyle onlara halka hitap san’atını öğretmiş oluyorlardı.
Sonra hepsine ayrı ayrı hangi camide mukabele okuduklarını sordu. Aldığı cevaplar üzerine şu tavsiyede bulundu:
“- Arkadaşlar! Hepinizden ayrı ayrı memnun kaldım. Bu mübarek ay vesilesiyle camilerde yaptığınız mukabelenin son sahifelerini Türkçe olarak cemaate izah ediniz. Halkın dinlediği mukabelenin mânâsını anlamasında çok fayda vardır.”
Yemekten sonra huzurlarından ayrılırken bana dönerek:
“- Siz kalınız Yaşar Bey” dedi. Dr. Reşit Galip ve Kılıç Ali Beyler de orada idi. Onlara dönerek:
“- Gazeteleri haberdar ediniz, dediler. Yaşar Bey öbür gün Yere Batan Camiinde “Yâsin Suresi”nin tercümesini okuyacaktır. Camide yapılacak merasimin tanzimine sizleri memur ediyorum.”
Hafız Yaşar Okur
