Atatürk, Hoşgörü ve Özgürlük

Mübeccel Nami DURU, 10 Kasım 1980


Rahmetli babam anlatmıştı. Atatürk Selânik’te kolağası (ön yüzbaşı) iken, ba­bam da müşir yaveri imiş. Merkezi Selânik’te bulunan 3. Orduda bir harp oyunu düzenlenmiş. Bu oyuna ordunun tüm subay­ları katılmışlar. Oyun yanlış düzenlendiği gibi uygulanış biçiminde de yanlışlıklar yapılıyormuş. Durumu kenardan izleyen Ata­türk ilk önce sesini çıkarmamış. Ama sonun­da dayanamayarak hem oyunun düzenini, hem uygulanış biçimini ağır bir dille eleş­tirmekle kalmamış, doğrusunu göstermiş. O akşam babamla birlikte Fener’deki ga­zinolardan birine gitmişler. Geç saatlere dek yiyip içip söyleşmişler. Sonra kordon boyun­da gezintiye çıkmışlar, Atatürk düşünceli imiş. Bir ara babama dönerek, «Kâzım ben askerlikten ayrılmayı düşünüyorum. Çünkü bir insanda hele bir komutanda bulunması gereken toleransım yok. Herkesi incitiyorum. Belki sivil yaşamda daha başarılı olurum» diyor. Babam «Bugünkü harp oyununu ben de izledim. Tüm subaylar içinde senden ba­şarılı yoktu. Oyun sırasında gördüğün yanlışlıkları elbette eleştirecektin. Bu senin hem hakkın hem görevindi. Sen de bunu yaptın. Kanımca askerlik mesleğinde seni büyük ba­şarılar bekliyor. Bu ayrılış düşüncesini ka­fandan çıkar. Yoksa hem sana hem memle­kete yazık olur».

Bu yanıttan sonra Atatürk «Galiba haklısın Kâzım, Ben orduda kalmalı, savaşımı burada vermeliyim» diyerek konu­yu kapatıyor. Babam Atatürk’ün insancıl yönden büyük ayrıcalıkları bulunduğunu anlatır, bun­lara değin birçok örnekler verirdi. Yıl­lar sonra Musiki Muallim Mektebinde okur­ken Atatürk’ü yakından tanımak olanağını buldum. Hoşgörüsüz olduğu hakkındaki dü­şüncesinin çok sert bir yargı olduğu kanısına vardım. Anımsadığım kadarı ile yıl 1931’di. Ata­türk okul müdürü Zeki beye «Okulu bir gün tatil et, onları Orman Çiftliğine getir, piknik yapıp eğlensinler» demiş. Havanın çok güzel olduğu 1 mayıs günü okulca çiftliğe gittik. Atatürk bizleri bir babanın sevecen­liği ile karşıladı. «Çocuklarım uzun bir yıl çalıştınız, yoruldunuz. Bunun ödülü olarak sizleri buraya çağırdım. Yiyin, koşun, eğle­nin. Daha sonra sizlerle beraber olacağım» diyerek yanımızdan ayrıldı. O gün çok güzel yemekler yedik. Her çeşit oyunlar oynadık. Bunların bir bölümüne Atatürk de katıldı. Akşam üstü bizleri çevresine topladı, «Haydi bakalım biraz da şarkı ve şiir söyleyin de bu güzel günü tatlı bir biçimde bitirelim» dedi. Okul yemekhanemizde büyük ve güzel bir pikabımız vardı. Her yemek süresince pikapta çeşitli senfonik yapıtlar yanın­da Nazım Hikmet’in kendi sesi ile okuduğu «Salkımsöğüt» ve «Hazer» şiirlerini çalar dinlerdik. Bu yüzden Nazım’ın tüm koşuk­larını aşağı yukarı tümümüz ezbere biliyor­duk. Atatürk’ün şiir okuyun emri üzerine Tahir Eliçin adındaki arkadaşımız hemen «Salkımsöğüt» ve «Hazer»i okudu. Başka bir ar­kadaş «Meşin kaplı kitap» ve «Orkestra» şiirlerini söyledi. Okunanları büyük bir ilgi ile izleyen Atatürk, «Çok güzel ve ilginç şiirler bunlar, kim yazmış?» deyince Zeki Bey, «Nazım Hikmet yazmış efendim. Okul­ da kendi sesi ile okuduğu plağı var emir bu­yurursanız size köşke getireyim» dedi. Ata­türk, «Getir, ama çocuklar biraz da başka şairlerden örnekler versinler» buyruğunu verdi. Yekta adındaki bir arkadaşımız Faruk Nafiz’in «Akın» şiirinden parçalar okudu. Daha sonra şarkılar söyledik. Çok tatlı bir gün geçirdikten sonra da okulumuza dön­dük. Okulda Nazım’ın plaklarının okunmasına kimse ses çıkarmadığı gibi Haydar Rıfat’ın çevirisini yaptığı (bugün çoğu yasak kitap sayılan) yapıtları büyük bir özgürlük İçinde okumamıza da kimse karışmazdı. Bu özgür­lükten bol bol yararlanıyorduk. Şu gerçeği vurgulamakta yarar görüyorum. O dönemde çıkmış olan sol ve sağ yayınları okuyan dö­nemin gençliği hiç de komünist veya ırkçı ol­madı. Doğal olarak fire verildi ama büyük çoğunluk Atatürkçü idiler ve öyle de kaldılar.

Bugün eşine az rastlanacak Afet İnan, Şaip Şeren, İbrahim Necmi Dilmen, Haydar Taner, Tevfik bey gibi çok de­ğerli, medeni cesareti üstün öğretmenlerimiz vardı. Bunlar dönemin bazı uygulamaları ağır biçimde eleştirmekten ve bizimle tar­tışmaktan çekinmezlerdi. Örneğin Yurttaşlık Bilgisi öğretmenimiz sayın Afet İnan bizleri bir gün meclis konuşmalarını izlemeye gö­türdü. Ertesi ders bu konudaki izlenimlerimi­zi sordu. Gördüklerimizi ağır bir biçimde eleştirmemizi gülümseyerek dinledi. Hatta Şekür adındaki bir arkadaşımızın bazı ko­nuşmacıların davranışlarını taklit etmesine katılarak gülmemize o da katıldı. Yukarıda adını andığım öğretmenlerimiz derslerinin sonunda günün olaylarına değinirler bazı uygulamaları eleştirmekten çekinmezlerdi Bu öğretmenlerden üçünün (sayın Afet İnan, Şaip Şeren – Köşkte özel kalem müdürü İdi – İbrahim Necmi Dilmen)’in Atatürk’e yakınlık­ları tümümüzce bilinmekte idi. Bu sayın ki­şiler böylesine eleştiri yapabilme özgürlüğü­nü elbette ki, Atatürk’ün hoşgörüsünden alı­yorlardı. İşte bu hoşgörü, o günün gençliğini aşırı ideolojilerden koruyan biricik faktör ol­muştur.