Atatürk Dolmabahçe Sarayı’nda
Bugünün ressamlarına konu olacak sahnelerle karşı karşıyayız. Devrinin en yakışıklı en zeki ve en zarif devlet başkanını görüyoruz. Takvimler 1 Temmuz 1927’yi gösteriyor. 1919’un işgâl altındaki karanlık İstanbul’undan usulca mavi sulara süzülen Bandırma vapurunun yüreği alev alev vatan aşkıyla yanan genç Paşa’sı, birazdan kurtardığı o güzel vatanın Reis-i Cumhur’u olarak Dolmabahçe Sarayı’nın kapısından ilk defa girecek…
Şevket Süreyya Atatürk’ün ilk İstanbul’a gelişini şöyle anlatır.
“Arkasında karşılayıcıları ile rıhtımdan, Dolmabahçe Sarayı’nın büyük merasim salonuna gitmek için saray merdivenlerini çıkarken, birden adımlarını yavaşlattı, durakladı. Başını arkasına çevirdi. İstanbul’un iki kıyısı ile denizin yüzü, hala bağrışan, haykıran insan sesleriyle uğulduyordu. İstanbul’a bir süre baktı. Sonra birden sert adımlarla saraya yöneldi.
Niçin duraklamıştı? Ne düşünmüştü? Niçin arkasına bakmıştı? Birden 16 Mayıs 1919’un o karanlık hatırasına mı gömülmüştü? Evet, şimdi şu Türk harp gemilerinin selam topları attığı Boğaz önleri, 16 Mayıs 1919’da, sıra sıra yabancı düşman gemileriyle doluydu…
İşte artık bir saraydadır. Hem de saltanatı çalan bir sergerde, yeni bir hanedan başı gibi değil. Şimdi o, meşru bir devlet reisidir. Bir müstakil devletin başı. Hem de bu istiklal destanının altında onun imzası vardır. Gerçi bu mücadelede kendisiyle beraber yola çıkan arkadaşlarının en önde gelenleri şu anda yanında değildirler. Bir kısmı şimdi belki şu İstanbul’un köşe bucağında ve onu selamlayan top seslerini duydukça acaba neler düşünürler? Bu soruyu kimse cevaplandıramayacaktır…”